basrolde-sen

Zaman kayıp giderken ellerimiz arasından;
bir film kadrajına takılır senaryomuz,
dalgalar eşlik eder sessizliğimize…
O kum saatine hapsettiğimiz kum tanelerini bile koruyamamışızdır aslında zamandan…

Dönüp bakarsın arkana bazen, geride bıraktıklarına, nerede neyi yanlış yaptığına… Böylece başlar senaryolardaki yolculuğumuz. Etraf kararır, perde aralanır ve hayatımız bir film şeridi gibi geçer gözlerimizin önünden. Nedense film şeridi hikayelerini hep bir sona varışta göreceğimize endekslemişizdir kendimizi. O an, “ mahvoldum, bittim, ah keşke… ”gibi tabirlerle geride bıraktıklarımıza koca bir pişmanlıkla bakacağımız en zavallı anımızdır. Akıntıyla savrulup girdaba kapılmışızdır bir kere. Biz hep oraya takılırız; bir bitiştir, mahvoluştur ve geç kalınmıştır.

Film şeridimiz hızla ilerlerken; farkında olmadan birkaç göz yaşını feda ederiz. Göz perdelerimiz engel olamaz bu gidişe. Dile gelir pişmanlıklarımız her bir karede. İzlediğimiz, hayatımızın kısa bir kesitidir; bizim için uzun ve bir o kadar meşakkatli ama seyrederken saniyelere hatta milisaniyelere tekabül eden… Ve şimdi bu milisaniyelik anları birazcık yavaşlatalım ki kareleri teker teker inceleme fırsatımız olsun.

Düşünsene hiç hatırlamadığın bebeklik görüntülerinle açılıyor perde. O ufacık bedende kendi emarelerini arıyorsun. Bir ara kendinle ilgili bir iki ufak espri yapmayı da ihmal etmiyorsun. “Vay be ne tatlıymışım; tombul muyum ne? ; Şu saçımın haline bak…” falan. Yakalamak istediğim işte o anki tebessümün. Kendi başrolüne bile yabancısın, garip bile geliyor o ufacık bedenden bugünlere gelmiş olmak. Ama yine de bu gülüşüne engel teşkil etmiyor.

Biraz daha büyüdüğün anlara gelelim. İlk okula başladığın gün mesela; ağlamış mıydın? Ya da yaptığın ilk resim; kim bilir ne ümitlerle çizmiştin, hangi hayal gücünden esinlenip renklendirmiştin onu da ; şimdi baksan neye benzetebilirdin? Sonra okumayı ilk öğrendiğinde yakana takılan kurdeleyi düşün; ne çok gururlanmıştın da bu nişaneyi büyük bir arzuyla taşımıştın her gün. Peki ya ilk karne heyecanı? Karnenin hepsi beş diye ne de çok övünmüştün. Halbuki herkesin karnesi seninkiyle aynıydı da sen bu ayrımı yapmak için henüz küçüktün. Tabi ailen sana yine de fiyakalı bir karne hediyesi almayı ihmal etmemişti. Arada aklına her gün okula giderken giyinme derdini ortadan kaldırmak için “Önlükle uyumak” gibi dahiyane fikirler de geldiyse senden iyisi yoktu.

Kısacası mutluydun. Sorumlulukların yoktu. Hayat hep bir oyundu. Ailenden bolca sevgi görmekti. İşte huzur buydu. Sende onları mutlu etmek ve bir an önce büyümek için sabırsızlanıyordun; büyüdükçe neler kaybedeceğini ya da kazanacağını bilmeden…

Masum çocukluklarını kanının deli aktığı ergenlik dönemleri takip etti. Asi tavırlar, popülerlik, kendini kanıtlama çabası… Derken bir gün hiç beklenmedik bir şey oldu. Kalbin ilk defa bu kadar hızlı atıyordu onu gördüğünde, ellerin titriyor, kelimelerin boğazına düğümleniyordu. Bu ilk aşık oluşun; çekeceğin ilk aşk sancısıydı. O’ nun için fedakarlıklar yaptın, ödün verdiklerin oldu, ara ara mutlulukların da, ama verilen tavizlerin doğurduğu baş ağrıları mutluluklarına engel teşkil ediyordu… Birgün biriniz bu sancılı duruma son vermek için bahane arayışında bulundu; diğerinizin hala neden bittiğini bile anlamadığı bir sonun giriş cümlesiydi tüm bu olanlar “Neyi yanlış yaptım?” sorusuyla bizleri derin bir acıya gömen… Ve sonunda peri masallarındaki mutlu sonların sadece masallar için geçerli olduğunu anladığında, büyümenin eşiğinde bir adım daha atmış; o kapıyı biraz daha aralamış oldun.

Zamanında çok üzüldüğün, geriye dönüp baktığında ise yüzüne şaşkın bir gülümseme oturtan o anıları hatırla. Belki o zaman çok pişmanlıkların oldu, vicdan azapların da. Peki şimdi seni gülümsemeye iten sebep ne? Belki de kimsenin senin kararlarına hüküm geçirememesi; yine son hükmü senin vermiş olmandır yaptığın hatalar adına? Kimbilir…
Her şey bitti dediğimiz o anlara gelemedik sanırım? Şimdiye kadar içimizdeki mutluluk potansiyeli, yüzümüzdeki tebessüm gayet iyi durumdaydı. Peki ne oldu? Resmettiğimiz gökyüzünün mavi; ağaçların yeşil; bulutların beyaz olması gerektiğiyle ikaz edilen hayal gücümüz hiddetlendi belki olamaz mı? Onların dediğini yapıp ağaçları pembeye; gökyüzünü turuncuya boyamıyorduk mesela, ve böyle yaptığımızda daha çok takdir ediliyor, övgü alıyorduk ama artık resimlerimizi de özgürce renklendirememekten şikayetçiydik. Hayal gücümüzün suçlu olduğunu düşündük çoğu zaman. O karışınca işin içine; yanlış yapıyorsun diyen bakışlara maruz kalıyorduk. Çünkü insanlar farklı olanı sevmiyordu. Böylece biz de aynı tekdüzelikte olmayı seçtik. Ve büyümek için adım adım feragat ettik hayallerimizden. Tabi milyarlarca sebep sayabiliriz bizi mutsuz olmaya iten… Ama bizi asıl yıkan başkalarını mutlu etmek uğruna vazgeçtiğimiz kendi tercihlerimiz değil miydi?

Bir işin yapılabilmesi için illaki tek bir seçeneğimiz mi vardı yani? Bilinmeyenli denklemler gibiyiz aslında, her ortamda değişiyor bizi “y” ye ulaştıracak olan “x” e verdiğimiz değer. Bir gün birisi geliyor ve “yanlış değerle oynuyorsun oyununu, bu sefer yanıldın doğru yanıt şuydu” diyor ve çekiliyor aradan. Bizi düşünmeye mahkum ediyor nerede yanlış yaptım diye. Çıkış noktasından incelemeye koyuluyoruz ve her şeyi silip en baştan çözüyoruz denklemlerimizi. Cevap değişmiyor çözüm yine aynı. Yani yanlışın sağlama yapmamışlığımızdan kaynaklı olduğuna varıyoruz. Anlamadan, dinlemeden, denemeden her şeyi bir kalemde siliverişimiz gerçekliğimizin farkına varmamızı sağlıyor, Aslında bulduğumuz yanlışın hayatımızın doğrusu olduğunu bize yeniden hatırlatıyor.

Çocukken elimizi neye atsak, “Aman sen dersini çalış bunları sonra da yaparsın.” diyerek öğrettiler daha ilk basamakta hayallerimizi ertelemeyi. Ne doğru düzgün bir takıma girip futbol oynayabildik ne de basketbol, voleybol. Belki çoğumuz gitar çalmak istedi de girişimleri sonuçsuz kalınca; “Ertelediklerim hanesine” yazıldılar zihnimizin. Her geçen gün yeni şeyler istiyorduk ama yapamayışımızda onların sebepleri bize galip geliyordu. Biz çocukken başımızı okşayıp sevemediler bile bizi ayıp diye, ya da yapılacak işler vardı vakit yetiremediler. “Dur şu işim bir bitsin hele ona da bakarız” yoluna gitmeyi tercih ettiler..ettik…ettim… Sonra mı? Yap(a)madıklarımız öyle çok hoş geldiler ki; “Ertelediklerim hanesine”, ne elleri boş gidebildiler ne de sadece gidebildiler. Hep bir karmaşa, sıkışıklık…
Peki başka neleri gözden kaçırdığımızın farkında mıyız? Bunca telaşenin, koşuşturmanın, yapılması gerekenler listemizin içinden seçerek önemli arz ettiğimiz başlıkların içini doldurmaya çalışırken, başka hangi göremediğimiz ufak teferruatlardan sonra afallıyoruz?

Geçenlerde farkındalık testi diye bir videoya denk geldim. Soru şuydu: “ Beyaz formalılar kendi aralarında kaç kez paslaştı.” Tabi konu farkındalık olunca malumunuz ister istemez huylanıyor insan, var bunda bir iş gözünü dört aç sinyalleri dürtüyor zihnimi. Üşüşüyor sorular, hemen takımlar kaçar kişi vs gibi ince ayrıntılara takılıyorum. Birden siyah formalılar oradan oraya, buradan şuraya derken birbirleri arasına karışıp paslaşıyorlar. Bende pas kaçırmamak için daha da bütünleşiveriyorum ekranla. Sıra cevaba geliyor “on üç” diyorum başardım edasıyla. Ve ekranda bir yazı beliriyor “Evet cevap on üç tü” diye. Aman bu muydu diye tam da kendimi salıvereceğim an gelen soruyla tökezliyorum. “Peki ekranda dans eden ayı kostümlü adamı gördünüz mü?” Haydaa diyorum, yok öyle bir şey, bunu kaçırmazdım herhalde? derken video kendini geri sarıyor Ve evet gerçekten de ayı kostümlü bir adam dans ederek bir uçtan bir ucu arşınlıyor ekranda. Sonra da sallana sallana çıkıyor görüş alanından. Son olarak da videonun ders verici cümlesi beliriveriyor.

“Hayatın akışında kaçırdığınız önemli şeyler vardır, bunu kaçırmayın…”

 

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir