Nazan Bekiroğlu’nun ‘sanat kitabı’nın ‘sonsöz’ü olarak nitelendirebileceğimiz romanı Nar Ağacı geçtiğimiz yıl ekim ayında edebiyat dünyasındaki yerini aldı. Eser, yazarın, sanat yolculuğunda bir kırılma noktası gibi görünüyor. Zira önceki eserlerinden oldukça farklı üslupla kaleme alınmış bir eserle karşı karşıyayız.
Nar Ağacı hayalin gerçek kadar inandırıcılığıyla gerçeğin geçmiş ve gelecek arasındaki uzun yolculuğu biçiminde tasarlanmıştır. Kahramanlarının yitik zamanlarda aranması ve o yitik zamanların bugünün ışığında yeniden inşa edilmesi ile vücut bulan roman aynı zamanda bir yolculuk öyküsüdür. Bu yolculuk, eserde, “Bir Azerbaycan lalesini yanıma katarak dedemi değil ama roman kahramanımı aramak için çıktığım yolculukta yarın sabah Isfahan’a geçiyoruz. Tebriz’de son gecemde bu satırları yazıyorum.”[2] cümlesi ile ifade edilmiştir. Yani ‘dede ve büyükanne’sini arayan değil roman kahramanını arayan anlatıcı yazar Nazan Bekiroğlu’nu görmekteyiz. Bununla birlikte, gerçek yolculuğun gölgede bırakıldığı, eser boyunca fotoğrafların dünyasından yola çıkılan ruhsal bir yolculuğun olay örgüsünün merkezi haline getirildiği bir kurgu ortaya çıkar. Bu ruhsal yolculukta fotoğrafların dünyasında şekillenen olaylar inandırıcılık mekanizmasından geçirilerek son derece sağlam bir yapıya kavuşturulur.
Anlatıcı yazar Nazan Bekiroğlu bu ruhsal yolculukta kendisine ‘zaman aşırı’ bir rol yüklemiş; bunu da mitolojik bir imge olan ‘Kassandra Laneti’ ile sembolize etmiştir. Kassandra Laneti, Yunan mitolojisinden gelen bir kavramdır.
“Tanrı Apollon Priamos’un güzel kızına âşık olur, kendini verirse ona bilicilik yetisini armağan edeceğini söyler, Kassandra kabul eder, ama tanrıdan yetiyi aldıktan sonra kendini vermeye yanaşmaz. Tanrı da öfkelenir, kızın ağzının içine tükürür, böylece verdiği armağanın etkisiz kalmasını sağlar: Kassandra geleceği görebilecek, gördüğünü de haykıracak, ama kimseyi söylediklerinin doğruluğuna inandıramayacaktır. Kassandra böylece Pythia ya da Sibylla gibi tanrıyı içine alan, tanrı gücüyle dolarak kehanette bulunan bir sözcü olur, Helenos ise daha çok kuşların uçuşuna ve dış işmarlara bakarak geleceği haber veren bir yorumcudur. Her ikisi de talihsizdir.’’[3]
Şimdi de Nazan Bekiroğlu’nu Prenses Kassandra yapan ve eserde sıkça tekrarlanan “Kassandra’yım ben” ifadesinin durumuna göz atalım: “Ne garip ben onların bildiklerini kabaca biliyordum ama onlar benim bildiklerimden tümüyle habersizdiler. Ne kadar çok şey bilmediklerini düşündüm.”[4] Bu cümle ile kahramana bilicilik yetisinin verilmesi ve olayların kahraman tarafından yaşanmışlık algısı etrafında şekillenmesi sağlanmıştır. Bu durumu destekler nitelikte olan bir diğer ifade ise şu şekildedir: [Haklarında bir şey bilmezdim ama kesin olan tek bir şey var olurdu: “Bunların hepsi bir gün ölecek.” Kendi zamanımda kurduğum cümle gelecek zamanlı olurdu. “Hepsi ölecek .” Ama şimdi : -di’li geçmiş zaman hali. “Bunların hepsi öldü çoktan. Hepsi ölümü tattı bile.” Ağzımı açtım .”Hepiniz öldünüz, biliyor musunuz?” diyecektim, “İstisnasız hepinizin ölü olduğu bir zamandan geliyorum ben.” Vazgeçtim. Söylesem de kimseler duymazdı, duysalar bile bakalım inanırlar mıydı?][5] Maziye yol alan kahramanın o an için kurduğu bütün cümleler geçmiş zaman dilimine işaret ederken olaylara dâhil olanlar yani mazide bulunanlar açısından içinde bulunulan hali anlatır bir durum sergiler. Böyle bir zaman ikileminde yol alan kahramanın en büyük problemi ‘kendisini ifade etmenin güçlüğü’ biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Bu ifade güçlüğünün haldeki yansıması ise ‘söylenilenlere inanmamak’ şeklindedir. Bu durum eserde efsaneden yapılan alıntı ile şu şekilde ifade edilmiştir :‘’Tahta atın karnında şehre kendi elleriyle aldıkları savaşçıların, Troyalıların sonu olacağını ayan beyan görmüştü Kassandra ama buna kimsecikleri inandıramamıştı.”[6] Bütün bunlar mazi ile hangi seviyede ilişki kurulması gerektiğini ortaya koyar nitelikte bulgulardır. Bu durumu ‘Bugünün ışığında yıkanan mazi gülü’ diyen Tanpınar’ın sözü ile de kuvvetlendirmek mümkündür. Romanın geneline bakıldığında sık sık ‘ben Kassandra ‘yım‘ diyen Nazan Bekiroğlu eserin ‘gölge sabahı’ adlı bölümde şöyle bir ifade ile karşımıza çıkmaktadır: [Zaman yarılamayacak, ışık parçalanmayacak. Ömrümün en büyük hayali bir daha gerçekleşmeyecek. Kâhin Prenses Kassandra olmaya razı olarak kendimi görünmez bir bedenle geçmiş zamanın insanları ve olayları arasında bulmayacağım. Ve “Görün ben”’ diyerek oyunu bozmaya kalkışmayacağım bir daha.][7] Burada yolculuğun artık son bulduğunu kahramanın Kassandra lanetinin dışına çıktığını görmekteyiz. Bu ruhsal yolculuğun reel dünyada sona ermesi aranan roman kahramanının bulunması biçiminde olmuştur.
Bu yolculuğunu bir de mitolojik kahramanların yolculuğu ile benzerlikleri noktasında kısaca değerlendirelim: Mitolojik yolculuk şu şekilde açıklanmaktadır:
“Bu sistematik üç ana evreden ve onların aşamalarından oluşmaktadır. Bu aşamalar, yola çıkış, erginlenme ve dönüş biçimindedir. Yola çıkışın bir alt aşaması olarak ‘maceraya çağrı’ yer almaktadır. Maceraya çağrı, Campbell’ın teorisine göre mitolojik kahramanın maceraya başlaması yani olay örgüsünün ilk dramatik hamlesinin gerçekleşmesi için bir ‘çağrı’ alması gerekir. Bu çağrı sözel olabileceği gibi aniden ortaya çıkan bir olay, bir durum veya bir kaza da olabilir.’[8]’
Romanın kapağında “Sen öyle çağırmasan ben böyle gelmezdim” diyen Nazan Bekiroğlu yolculuğun ilk hamlesini çağrı niteliği taşıyan bir söz ile okuyucuya vermiştir. Kitabın sayfalarını aralamadan bile okuyucunun kendisini bir yolculuğun beklediğini görmesi sağlanmıştır. Eserde göze çarpan diğer bir aşama ise ‘dönüş’tür. Bu aşaması ise şu şekildedir:
“Mitolojik kahramanın yolculuğunun üçüncü evresi dönüş’tür. Yaşam evreleri bakımından yeniden dirilişe denk düşen bu evrede erginlenmiş kahramanın başlangıç noktasına dönmesi gerekmektedir.] [9]
Eserde oldukça belirgin bir yapıya sahip olan bu aşama şu şekilde karşımıza çıkmaktadır:
“Elimdeki zarfın arka yüzündeki adrese baktım. Otuz yıl önce postaya verildiği yerin harflerini okudum teker teker: Te-hı-te; Taht. Sin-lâm-ye-mim-elif-nûn; Süleyman. Bir tire koydum araya. Farsça tamlamayı kurdum. Taht-ı Süleyman. Hangi hikâye başladığı yerde bitmemiş ki?”[10]
Bu cümlelerle anlatıcı Nazan Bekiroğlu yolculuğunun başladığı noktada bittiğini dile getirmiştir. Eserde bu durum biçimsel anlamda da son derece göze çarpar hale getirilmiştir. Roman bu tamlamanın kurulması ile başlamış ve kitabın son cümlesi de yine bu tamlama olmuştur.
Kitabın “gölge sabahı” adlı bölümünde anlatıcı şöyle konuşur:
“Şimdi kalbim de kanıyor benim. Setterhan’la Zehra’nın hikâyesini artık bitirdiğimi biliyorum. Geride hala öğrenmek istediğim tek bir şey kalmış olsa da bir daha hava limanlarında, otel odalarında, çalışma masamın başında fotoğraflardan içeri girmeyeceğim.”
Bu cümleler romanın sonunda okuyucunun zihnine bir soru işareti yerleştirmiştir. O kadar hikâyeden sonra hala öğrenmek istenilen bir şeyin olduğunu bilmek çok düşündürücü. Önemli olan roman kahramanını bulmak, Zehra ve Setterhan’ın hikâyesini yazmak değil miydi? Bunların hepsini romanda bulabiliyoruz ama buna rağmen yolculuğun asıl kahramanının zihninde cevaplanmayan bir sorunun varlığı okuyucu açısından merak oluşturuyor.
Eserle ilgili merak edilen bir diğer unsur ise “Nar Ağacı” adının kitaba verilmesidir. Bu konuyla ilgili yorum yapmaktan ziyade Nazan Bekiroğlu’nun 25 Nisan’da Erciyes Üniversitesi Sabancı Kültür Merkezi’nde yapmış olduğu söyleşiden hareketle açıklamak mümkündür. Kendisine bu soru sorulduğunda aslında kitabın ismini “Taht-ı Süleyman’a Yolculuk” koymak istediğini ama kimsenin bu isimlendirmeden hoşnut olmadığını dile getirdi. Kitap bitmiş olmasına rağmen isminin belirli bir süre konulamadığını ve bu süreç içerisinde aklından pek çok adlandırmanın geçtiğini ama bunların hiç birisinin içine sinmediğini ve en sonunda “Nar Ağacı”nda karar kıldığını belirtti.
Eserde birkaç yerde nar ağacından bahsedilmiştir. “Bahçenin en uzak köşesinde vakt ü zamanında İsmail’in elceğiziyle diktiği nar ağacı yarı belinden baltalanmıştı.”[11] Ve hemen ardından gelen sayfada ise şöyle bir cümle yer almaktadır:
“Nar ağacının kesik gövdesine acıya baktı. Derin bir balta izi kalmıştı geriye ve nar ağacı, kesilirken ağlamıştı. Lâkin ağacın kökünden fışkıran incecik dallar cüsselerine bakmadan yapraklanmış, çiçek açmıştı. Yabanî otlar bürünmüş olsa da bahçeye papatyalar yayılmıştı. Bahardı.”[12]
Nar Ağacı, postmodern romanın üstkurmaca, anlatıcı yazar, bilimsel belgesel tutum ve biyografik roman özellikleri ile estetik değeri yüksek bir metin haline gelmiştir.
Seda Şahinsedasahin@lisaniask.com
Mayıs 2013
[1] Nazan Bekiroğlu; Nar Ağacı, Timaş Yayınları, İstanbul, 2012.
[2] Bekiroğlu; age, s. 213.
[3] Azra Erhat; Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1997, s. 168–169.
[4] Bekiroğlu; age, s.32.
[5]Bekiroğlu; age, s.32.
[6]Bekiroğlu; age, s. 32.
[7]Bekiroğlu; age, s. 518
[8] Mümtaz Sarıçiçek; Huzur’dan Yeni Hayat’a Çağdaş Türk Romanında Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, s. 25–26.
[9] Sarıçiçek; age, s. 32.
[10] Bekiroğlu; age, s. 533
[11]Bekiroğlu; age, s. 493.
[12]Bekiroğlu; age, s. 495.