Necip Fazıl’ın tiyatro çalışmaları, Muhsin Ertuğrul’la olan dostluğu ile başlar. Devrin büyük tiyatro yönetmeni ve sanatçısı Muhsin Ertuğrul’un oynadığı oyunlarını seyretmiş ve hakkında “büyük aktör!” hükmünü vermiştir. Bir gün Muhsin Ertuğrul’un Kaldırımlar şiirine tiyatro yazması teklifi, devrin işlenmekte olan konularından birini Milli Mücadele’yi gündeme getirir ve bu bağlamda Necip Fazıl ilk tiyatro eseri olan Tohum’u yazar. Ardından pek çok bu türde eser kaleme alarak şair Necip Fazıl tiyatrocu olarak da anılır hâle gelir.
Necip Fazıl, tiyatroyu güzel sanatlar içinde bir zirve olarak kabul eder. Onu, “ön tarafı açılır–kapanır bir mikâp içinde hayatı yakalamak.” Şeklinde tarif eder. Necip Fazıl’ın tiyatro için söylediği bir başka tarif “rüyanın maddiye aktarılması.” Şeklindedir.
Necip Fazıl’ın tiyatroları içinde ele aldığı temalar bakımından önemli bir yere sahip olan Reis Bey ferdi ahlakın en yüce prensiplerinden af, merhamet, adalet ve hakkaniyet duygularına akıcı ve sürükleyici bir üslupla ortaya koyar. Cemiyetin birçok suçlu tiplerin kötü fiil ve hareketlerinden kurtulmalarında, telkin ve terbiyenin önemini belirtmekte, vicdanın kanunların katılığı karşısında ne kadar yumuşak ve hassas olduğu tezini işlemektedir.
SUÇ, genel olarak “yasaklanan” veya “cezalandırılan” davranışlara denir. Başka bir tarife göre suç; halkın güvenliğini korumak için devletçe neşir ve ilan edilen, ceza tehdidini havi olan bir kanunun, sorumlu bir şahıs tarafından icraî ve ihmali olabilen bir hareketle ve bir veya vazifeyi müstenit olmayarak ihlal edilmesidir. (Özdönmez H., 1965)
Bir suçtan söz edilebilmesi için din ve hukuk tarafından yasaklanması, kanun ile belirlenmiş bir ceza tarafının bulunması gerekir. Ayrıca suçun oluşması için, eylemi yapan kişi mükellef olmalıdır, kişi suç sayılan eylemi “bilerek” ve “isteyerek” işlemiş olmalıdır.
Ceza; sözlükte bir şeyin bedeli, karşılığı, iyi veya kötü olan bir fiil veya davranışın tam ve yeterli karşılığını vermek anlamına gelmektedir. Cezalandırmanın amacı, genelde suçun aleniyetine ve yayılmasına engel olarak toplum vicdanını ve sosyal yapıyı korumak, hukuka kuvvet kazandırmak ve bu suretle fertleri hukuka uygun yaşamaya mecbur etmektir. Ne var ki yeryüzünde bu anlayışa varılması kolay olmamış insanlar işledikleri suçları kimi zaman canlarıyla ödemiştir. Suçlu suçunun ağırlığına ve niteliğine göre ceza olarak yaşamını (ölüm cezası), bedeninin bir parçasını (ellerin kesilmesi gibi), özgürlüğünü (hapis cezası, sürgün ya da gözetim) ya da (para cezası) yitirebilir.
Düşüncelerini İtalyan yazar Cesare Beccario’nun çalışmalarına dayandıran Bentham, cezanın suçu önlemekten öteye geçmemesi gerektiğini belirtmiştir. Bir kişiye verilen cezanın başkalarını aynı suçu işlemekten caydıracağı düşüncesi o suçu işlemeye eğimli olan bir kişinin mantıklı davranarak, acı ve yoksunluktan kaçınmak için suç işlemeyeceği varsayımına dayanır. Cezanın caydırıcı olabilmesi için kişinin geçmişteki deneyimleri anımsayabilmesi ve davranışlarının sonuçlarını kavrayabilmesi de gereklidir. Geçen yy’la kadar suçluların halk önünde asılması ya da başlarının kesilmesinin başlıca nedeni caydırıcılıktı. Cezanın halk önünde uygulanması cezanın halklılığını halka onaylatmak ve devletin büyüklüğünü kanıtlamak içindir.
Daha çağdaş yöntemler suçluyu birey olarak ele alır ve suça uygun ceza yerine her suçlunun kişiliğine uygun bir ceza uygulamayı amaçlar. İşlenen suçun nedenini bulup ortaya çıkarmak ve suçluya yaşam biçimini değiştirmek için gerekli yardımı yapmak başarılı bir sonuç almak için gereklidir. Tıbbi, psikolojik tedavi, eğitim vb. yardımları içerir.
Sefiller (Victor Hugo) ve Suç ve Ceza (Dostoyevski) gibi edebi eserlerde suçun işlenme nedenleri, sonucunda alınan cezalar, verilen cezanın suça denkliği ve caydırıcılığa etkisi irdelenmiş, Tanrı ve iradenin hürriyeti sorgulanmıştır. Dostoyevski eserinin sonunda “Ceza kaldırılabilir, ama suç insanın içinde sonsuza kadar yaşar.”mesajını vermiştir.
Rasim Özden ören’in ifadesiyle “Edebiyat tarihin en mükemmel tiplemesi” olan Raskolnikov, asla tatmin olmayan bir kalp, sinirleri cinnet hamuruyla yoğuran bir akıl, bütün kalıpları parçalamak isteyen bir zekâ, Tanrının iradesine savaş açan bir ruh, aklıyla vahiy arasında med-cezirler yaşayan bir ontolojik muhasebe ile Raskolnikov, dışarıda en yalnız, içerde en kalabalık hayatlardan birini yaşamış bir insandır.
Raskolnikov, kafasında insanları “sıradan ve olağanüstü” olmak üzere ikiye ayırmıştır. Onun dünyasında, sıradan insanlar acı çekmeyi beceremezler. Ancak büyük insanlar büyük acılara katlanabilirler. Ve bu büyük insanların gayeleri uğruna işlediği cinayetler ve döktüğü kanlar suç değildir. İçinde bir deha taşıdığına inanmaktadır. Bu amaçla, güçlü ve güçsüz insanlar karşıtlığında, kendi yerini tespit edebilmek için, zaten borçlu olduğu bir tefeci kadını kendine kurban olarak seçer. Tefeci kadını, baltayla kafasını yararak öldürür. Ne var ki karşısına ummadığı bir kişi daha çıkar, o da tefeci kadının üvey kız kardeşi Lizavetta. Raskolnikov masum kızı da, baltayla alnını yararak öldürür. İşte her şey bundan sonra başlar. Artık ikiye bölünmüştür. Raskolnikov bir yandan iki insanı, kafası baltayla yarıp öldürecek kadar kadı ve cani, diğer yandan da arabanın altında ezilerek ölen Marmeladov’un karısına cenaze masraflarını karşılaması için cebindeki bütün parasını verecek kadar da merhametli bir karakterdir.
Raskolnikov, içinde yaşadığı cemiyetin bir ferdi olarak düzene karşı isyan içindedir. Yaşanan kötülükleri ve çaresiz insanların sefaletini yine inancını kaybeden insanları veya artık uygulanmayan kanunları sorgularken, Tanrının varlığını, onun adaletini de sorgulamaktadır.
Raskolnikov öldürdüğü tefeci kadını bir bit gibi görmektedir. Raskolnikov’a göre bir kişinin; toplumdaki binlerce kişinin refahı ve mutluluğu için ölmesinin bir zararı yoktu, bir ölüme karşı, binlerce dirilme demekti bu. Bu kadın topluma hiçbir faydası olmayan, üretmeyen, sadece birikmiş paraları sayesinde, insanlara faizle para veren borçlarını, borçlarını ödemeleri için mallarını rehin alan, cimri, zalim bir kadındır. Çoğunluğun sulh ve selameti için bir kişinin, hem de zararlı ve gereksiz bir kişinin canına kıymak suç sayılmaz.
Raskolnikov, kendini diğer insanlar üstün görmekte, içinde bir deha taşıdığına inanmaktadır. Toplumsal düzene muhaliftir ve bu yüzden toplumdan uzak bir hayat yaşamaktadır. İşlediği cinayete karşı kendini haklı görür, çünkü hiçbir işeye yaramayan, insanlara zulmeden bir tefeci kadını öldürmüştür. Bu kadının paralarını alıp fakirlere yardım etmeyi planlamaktadır. Böylece toplumsal düzenin eşitsizliğini de bozacaktır. Bir insanı değil bir prensibi öldürdüğünü düşünür. Bu prensip, tanrının herkese bahşettiği yaşama hakkıdır. Raskolnikov, doğaya, devlete, yasalara başkaldırmıştır.
Raskolnikov işlediği cinayeti Sonya’ya itiraf eder. “Akla, vicdana danışmadan kendim için, sadece kendim için öldürmek istedim… Anneme yardım etmek için öldürmedim. Boş laf! Maddi imkânlara ve iktidara sahip olmak, insanlığa hizmet etmek için de öldürmedim. Laf! Ben düpedüz öldürdüm, kendim için öldürdüm.” “Sanki ben o mendebur kocakarıyı mı öldürdüm? Ben kendimi öldürdüm, kocakarıyı değil! Böylece ebedi olarak kendimi mahvettim… Kocakarıya gelince onu ben değil, şeytan öldürdü.”
Raskolnikov, kocakarıyı öldürdüğü için asla pişman olmamıştır. Gidip teslim olduğunda bile kocakarının bir bit veya bir örümcek olduğu fikrinden vazgeçmemiştir. Duyduğu ızdırap toplumsal düzene ve yasalara karşı değildir. Onun bu işte kendine yüklediği biricik suç; sonuna kadar dayanamayıp teslim oluşudur. “Benim davranışım onlara niçin bu kadar çirkin görünüyor? Kanunun sınırlarını aşmış, kan dökmüş, iktidarı zorla almış birçok kimselerinde daha ilk adımlarında kafalarını kesmek gerekir. Napolyon, Newton gibi adamlar sonuna kadar dayandılar, bunun içinde haklı çıktılar. Bense dayanamadım, bunun için de adım atma hakkını kazanamadım.” Raskolnikov kendini güçsüzlükle ve korkaklıkla suçlar. O kendi kendini yargılamış, kendi kendinin kurbanı olmuştur.
Raskolnikov bir karar vermiş, kararının sonuna kadar gidememiş, ruhunda taşıdığı olağanüstü kişiliği ortaya çıkaramamış, sıradan insanlar sınıfına düşmüştür. Raskolnikov, işlediği cinayetten dolayı ahlaken yalnız kendi kendine karşı sorumlu olduğunu, başkalarının yargılarının hiç de önemli olmadığı düşüncesi iflas etmiştir. Dostoyevski’nin büyük bir ustalıkla dile getirdiği gibi XVIII. yy rasyonalist düşünürlerinin ileri sürdüklerinin tersine, tek başına bir insan hiç de yapayalnız değildir. insan yalnızca belirli bir toplum içinde yaşamakla, her hareketiyle başka insanlara bağlı bulunmakla kalmaz, aynı zamanda toplumu kendi içinde, kendi yüreğinde taşır; ilk bakışta görülmeyen, gerçekteyse onu çevresiyle sımsıkı ilişkiler içinde tutan bir bağla bağlıdır topluma. Bu bağın kopması, kişiliğin hem maddi, hem de manevi planda parçalanmasıyla eşdeğerdir; ya da başka bir deyişle, bu bir tür intihardır. İşte Raskolnikov’un cinayetten sonra derin acılar içinde toplumdan kopmuşluk duygusunu yaşamasının nedeni budur. En yakınları olan annesiyle, kız kardeşini bile kendine sonsuz uzakta, hatta yabancı bulur. Yoksulların, kanını emen, nefret ettiği bir tefeciyi öldürmek istemiş, ama “kendini” öldürmüştür. Kendini ahlaken haklı çıkarmaya çalıştığı onca çabadan sonra teslim olması da bu nedenledir.
Raskolnikov’un cinayetten sonra çektiği acılar yazara göre; kahramanı ahlaki çöküşe ve yok oluşa götüren, onu halktan soyutlayan, bireysel hayallere ve ruhsal sapkınlıklara karşı, onun yapısında varolan toplumsal, halksal öz’ün üstün geldiğini göstermektedir.
Dostoyevski, kahramanının öyküsünü bir düşüşün değil, ahlaki yükselişin öyküsü sayar. Bir yanlış yapan ve yanlışını anlayan Raskolnikov, bu yanlışın altında ezilip yok olmaz, kendinde kendini yeniden yaratacak içgüçler bulur, insanlık dışı “düşüncesinin başarısızlığa uğrayıp yok olması, onun kişiliğinde yepyeni bir insancılığın başlamasına kaynak oluşturur.”
Suç ve ceza konusunu Necip Fazıl Reis Bey’de akıl, af, merhamet yönleriyle işlemiştir. Reis Bey, özel hayatında, bavulu ve kitaplarından başka herhangi bir eşyaya sahip olmayan, ömrü otel odalarında geçmiş, numunelik vasıflara sahip bir insan, tavizsiz bir kanun takipçisidir. Karakteri ve mesleği icabı katiyete ve neticeye öyle sevdalıdır ki, bir hadise üzerinde akıl çarkının herhangi bir şekilde müdahaleye uğramasına tahammül edemez, hissi fikirden ayrı ve mutlaka fikir buyruğunda kabul eder. Kafasında merhamet ölmüştür. Merhamet için “ağızların iğrenç sakızı” yakıştırmasını yapar. Ona göre merhamet isteği, acizliğin, iradesizliğin yansımasıdır ve merhamet etmek idamlık çapta affedilmeyecek suçtur. Suç en şiddetli cezalar verilerek önlenebilir düşüncesinde olduğundan acıma hissini kaybetmiş merhameti defterden silmiştir. Ona göre merhamet cemiyetin düzelmesi için öğrenilecek en son sözdür. Ama herkes ilk kez o sakızı çiğner. Köylü müşterinin hasta kızının inleme sesinden rahatsız olu ve otelden çıkartılmasını ister Köylü müşteri “ “merhamet edin efendim!” sözüne karşılık; “sendemi öğrendin bu lâfı! Ne kelimeler, ne duygular var; öğretemiyoruz da sıra merhamete geldi mi herkes ezbere biliyor!” der.
Reis Bey, kuru akıl ve mantık kalıplarına son derece bağlıdır. Ona göre zanlının masumluğunun ispatlanabilmesi için; “Evvelâ, aklı tatmin edici olması lâzım… Sonra, gözle görülür, elle tutulur bir kesinlik belirtmesi ve hükmün bütün temelini yıkan bir vesika değerinde olması lâzımdır…” (s. 51)
İşlenilen suçun sebep ve sonuçları düşünülmeden, sadece kitaptan yazılan maddeye göre ve o günün şartlarının türetti şahsi hükümlere göre değerlendirilmesi engellenmesi imkânsız problemleri ve felaketleri beraberinde getirmiştir. İnsani duygular hesaba katılmamıştır. Sonuçta kumarbaz ve eroinman genç sırf parası için annesini boğmayacağı gibi, her düşmüş, toplum dışı kadın da bilerek ve isteyerek bu yolun yolcusu olmamıştır. Bu durumda cemiyet mekanizması daha hassa, daha ölçülü, daha müsemmalı olmalı. Suç başlı başına öncesiz ve sonsuz değildir, aksine sebebi araştırılarak öğrenilmelidir.
Reis Bey’in kanuni kaide ve mantığın dışında hiçbirşey düşünmeyen acımasız kanun anlayışına sahiptir. Masum bir kişi tüm cemiyet için feda edilebilir. Bir kötülüğü engellemek için en merhametsiz cezaları vermekten çekinmez. Reis Bey not defterine, cebinden eroin bulunan bir zanlının yargılanması sırasında adaletle ilgili düşüncelerini ifade eden şu sözleri yazmıştır.
“Bu çocuğun esrar satıcı olduğuna dair en küçük bir delil bulamadım. Aksine, onun her tarafından, hayret, dehşet ve masumiyet tüttüğüne şahidim. Fakat, ancak en merhametsiz ceza ölçülerinin kurtarabileceği çürük bir cemiyette paltosunun astarında esrar bulunmuş bir insanı temize çıkaramam. Bu yüzden bütün karşı delilleri reddediyor ve onu mahkûm ediyorum. Mahkûm ettiği o değil, mücerret fiildir. Ferde verdiğim ceza isabetsiz olabilir; cemiyette aradığım deva, isabetlidir. Varsın bir kötünün bürünmesi ihtimali olan masumluk maskesini kullanılmaz hale getirmek için bir masum feda edilsin” (s. 73)
Reis Bey evinde öldürülüp, mücevherleri çalınan bir kadının zanlı olarak sanık sandalyesine oturan oğlunun davasına bakar. Davada bütün deliller mahkûmun aleyhindedir. Reis Beyin deyimiyle “annesi mezardan çıkıp – beni oğlum öldürdü diyecek kadar” tüm deliller aleyhine toplanmıştır. Masumdur fakat bu masumiyeti ispatlayacak hiçbir somut delile sahip değildir. Mahkûmun kendini savunmak için kullandığı her yol bir noktadan sonra akli metotlarla tesbit edilemeyecek kadar hissi sırf merhamet gözüyle gösterilebilecek bir vasfa girer. Reis beyin kalp gözü, kuru akıl metotlarıyla kapalıdır. Mahkûmun savunmasını his istismarı olarak görür. Reis Beye göre mahkûmun tüm savunması kuru edebiyattır. Akli geçerliliği yoktur ve hiçbiri ispatlanamaz. Mahkûmun “kendini savunmasına cevaben “-Suç her zaman edebiyata muhtaçtır. Siz kupkuru hakikate cevap veriniz” der. (S. 31)
Reis Beyin gözünde, mahkum genç kumarhane batağına düştüğü için zaten suçludur. Sahip olduğu şeylerin kıymetini bilememiş, her şeyini kaybetmiş, cemiyetin içindeki suçludur. Mahkûm, “Ben suçluyum Reis Bey biliyorum! Bu yüzden nefret ediyorsunuz benden. Onu da biliyorum! Ama benim suçum anne katilliği değil… Bitirim yerlere düşmüş, eroine alışmış olmak, benim suçum… En yüksekten en aşağıya düşmüş olmak…Bu yüzden nefret ediyorsunuz benden…Belki belamı da bu yüzden buluyorum! Ama ben, anne katili değilim!” der.
Reis Beyin kalbi mühürlüdür. Birçok kişinin gördüğü gerçeği o göremez. Bir gün mahkûm genç hapishanede eroin krizine girer ve kendini yaralar. Hastaneye kaldırılır. Hastanede yatağında sürekli “annemi ben öldürmedim, annemi ben öldürmedim” diye sayıklar. Doktor yalan söyleyen gördüm ama yalan sayıklayan hiç görmedim der. Mahkûmu hastaneden çıkaran gardiyanlar aralarında bunu konuşurlar. Reis bey kanunlara öyle sıkı sıkıya bağlanmış, duyguları öylesine körelmiştir ki, çok kişinin gördüğünü göremez ve mahkûmun idamına karar verir.
Mahkûm gencin cezasının infazı için hastanede bulunan Reis Bey, hapishane müdürüne idam gömleğini bir sandalyeye serdikten sonra şunları söyler. “Seni doğru biçen makastara ne mutlu! Ceza felsefesinde bir görüş vardır. Bir masuma kıymaktansa bir cürümlüğü cezasız bırakmak yeğdir. Ben de diyorum ki cemiyette bir ferdi korumak için bin kişiye bu gömleği giydirmekten kaçınmamalıdır. O bir kişi, bütün bir cemiyettir. (S. 46)
İdamlık genç hapishane müdürünün odasında, Reis Bey – “ölümü metanetle karşılaman güzel (S. 49)
“Yazık yazık!… Avrupa’da felsefe tahsili, şu bu derken, her şeyde yarım kalmak, sonra her türlü serserilik, kumar, eroin, nihayet anne katilliği; neticede ıstıraptan erimek, Ağlanacak hal!…“ (S. 49)
Mahkûm, “Etmeyin Reis Bey, siz ağlayamazsınız! Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz! Siz merhametten, acıma duygusundan yalnız kötülük doğacağına inanmışsınız. Yerine göre haklısınız. Fakat ondan ne büyük iyilik doğacağını unuttuğunuz için, en büyük hakkı kaybediyorsunuz. Rahmet, kaldırılmış sizin kalbinizden… Buz çölünde yol alıyorsunuz!” (S. 50) sözleriyle Reis Bey’in merhametten, acıma duygusundan mahrum olduğunu söyler. Mahkûm Reis Bey’e güvenmez ve onun kalbinin mühürlü olduğunu, gerçekleri görmekten aciz olduğunu söyler. Mahkûm, kaderine razı olmuştur. Büyük korku içindedir fakat metanetli görünmek ister.
Kuru akılcı ve merhametten yoksun olan Reis Bey, mahkûmun infaz sırasında masumluğunu ispat için sürdüğü bütün ipucu ve delilleri reddeder ve genç adam asılır.
Savcı da mahkûmun masum olduğu kanaatindedir. Fakat Reis Bey karşısında düşüncelerini söyleyemez. Büyük öfke ve üzüntü içindedir. İnfazın hemen ardından mahkûmun masum olduğu gerçeğinin anlaşılması ve gerçek katilin yakalanarak suçunu itiraf etmesiyle Reis Bey büyük bir vicdan azabının içine düşer. Bütün insanlara artık başka gözle bakar. Hâkimlik görevinden emekliye ayrılır ve emekli parasını Yeldirmeli kadına verir.
Reis Bey pişmanlık ve vicdan azabıyla paramparça olmuş yüreğini bir parça teselli etmek için, idam ettiği mahkûmun zehir kuyusuna düştüğü kumarhaneye atar kendini. Bir zamanlar merhamet için ağızların iğrenç sakızı diyen Reis Bey artık merhamet dilencisi olmuştur. Verdiği kararın hatalı olduğunu anlayan Reis Bey’in fikir ve dünya görüşleri çökmüştür. Merhamet ve acıma hislerinden yoksun olan Reis Bey’i bir merhamet abidesine, gözyaşı kurnasına çeviren bu hadiseden sonra gönlü öylesine hassas bir hale gelir ki, dünyada ki her kötülükten kendine bir sorumluluk payı biçer, günah verir gibi af dağıtırken, bir dilenci gibi insanlardan af diler. “Affedin! Affı anlayınca, kendisinden başka her insanı mazur göreceksiniz” (S. 75) Gönlünü kasıp kavuran merhamet hissini kafasında fikirleştirip “Baş aşağı bir cemiyeti baş yukarı edecek kudret her tarafın birbirini affetmesidir” anlayışıyla, toplumda manevi bir af ve merhamet tesisi kurmak ister. “Acıyanlar ve acınanlar derneği… İki taraf içine… Zaten ikisi de bir… Acımalıyız ki anlayalım… İnsanlığın yeni kurtuluş yolu (S. 86)
Asılan çocuğun dadısı Reis Beyin yüzüne tükürmek, öfkesini kusmak için otele gelir. Reis Bey dadıya yalvarır yakarır kendisini affetmesini ister. Dadının gözünde Reis Bey en acımasız insandır. İhtiyar kadın yeryüzünde affedilmemesi gereken tek insanın kendisinin olduğunu söyleyerek “Sen Allaha başvur” der. Reis Bey – “Başvurdum. Onun affı seninkiyle belli olacak” (S. 72) cevabını verir.
Reis Bey bir meczup gibidir. “Merhamet! Hava gibi su gibi muhtaç olduğumuz iksir! Başa aşağı bir cemiyeti, baş yukarı edecek bir kudret! Acımasızca idama götürdüğüm çocuk, bana “bir buz çölünde yol alıyorsunuz” demişti. Hepimiz, bütün insanlık buz çölünde yol alıyoruz! Aldığımız nefesler bile sipsivri kayalar şeklinde donuyor! Bakarken gözle bıçaklıyor, dinlerken kulakla zehirliyoruz, damak kirletiyor, el solduruyoruz! Bütün bunların kanunlarını bilmiyoruz da, kanun çıkarmaya kalkıyoruz! Olur mu hiç! Sen kaplanı yetiştir, besle, sonra pençe atıyor diye kement at, ipe çek! Yazıktır kaplana! Günahtır kaplana, merhamet!”
Hâkimin karşısında, sanık sandalyesinde kendini böyle savunur. Adalete körü körüne inanan ağır ceza hâkimi, merhameti cemiyet için esas şifa kabul eder olmuştur. Kötülükleri, suçları, en ağır cezalarla engelleme düşüncesi kaybolmuş, yerini merhamet ve affetme almıştır.
Reis Bey, sanık sandalyesinde “Benden merhametin öldürdüklerine merhamet beklemeyiniz” dediği günlerden çok uzakta, savcının suçlamalarıyla karşı karşıyadır.
Savcı – kendisine, söylediği bir sözü hatır hatırlatırım; “Biz daima işlenen suçun cüzzamlı suratına bakmaktan kaçınan, bu edebiyat esnaflığını bir yana bıraksınlar! Ve bu görünen suçun görünmeyen bir yanı varsa onu ortaya döksünler! Reis Bey – Benim vaziyetime karşı, benden naklettikleri söz, kelimesi kelimesine benimdir; ama bugünkü değil, dünkü Reis Bey’in sözüdür. Eğer beni, benim eski anlayış ve usulümle mahkum ettireceklerse, ben zaten onun mahkumuyum, ayrıca hükme değmez; yok eğer, beni bu günkü göz yetmez. (S. 134)
“Ben diyorum ki; her fert başucuna, suçlu benim! Herkes suçsuz! Levhasını asmalıdır! Ben diyorum ki yegane kurtuluşumuz herkesin herkesi affetmesidir, daha ötesi kanunların sorumluluğuna girer, ama bütün mantık hesaplarımı kaybettim! Hem de öylesine kaybettim ki, Amerika’da bir cinayet işlense de dünya çapında bir ses sorsa, katil kim?… benim! diye haykırabilirim! Soğuk kış geceleri köprü altında yatan çocukların vebali benim boynumda! Gömleğimin yakasında! Annemin karnında, babamın kanın da hangi cinayeti işledim! Hangi mukaddesi kirlettim ki, kendimi gelmiş, gelecek bütün fenalıkların tek sorumlusu biliyorum! Dışımda ne arıyorlar! İçime doğru suçluyum ben! Birde kalkmış, belki kendimden birine, ondan öbürüne geçer, bir merhamet yangını çıkar, bütün ülkeyi sarar diye tımarhanelik bir hayalin peşine düşmüş gidiyorum… (S. 135)
Reis Bey’in acımasız günlerinden, katı kanun kurallarının mahkumu olduğu günlerden bu güne çok şey değişmiştir. Yeryüzünde işlenen her suçtan kendine bir pay çıkartır, hatta tek sorumlu kendini görür, asıl suçlanan körelmiş kalbi olduğunu söyler. Reis Bey en büyük cezayı kendi kendine verir, vicdan azabıyla yanar, kavrulur.
Kumarhanede Reis Bey – Çocuklar dünya bir gözyaşı evinden başka ne olabilir? Ağlayanlardan olmak dururken, üstelik ağlatanlardan olmak revamı? (S. 84) Ağlamayı öğrenin! Sakın öğrenemeyiz, demeyin; ben öğrendikten sonra, siz nasıl öğrenemezsiniz? (S. 88)
“Reis Bey artık kötülük en ağır cezalarla değil, iyilikle, itimat edilerek yenilebilir düşüncesindedir. “Acıyanları ve acınanları alalım buyurun diyelim! Acımayı, merhameti cemiyete başlı başına şifa kabul edenler! Birleşin! İnsanlığa yeni kurtuluş; katil tezgahtar, hırsız kasadar, dolandırıcı tahsildar yapalım! Bakalım saklı parayı çalan yankesici, açıkça eline teslim edilene ne yapar! Korunanı vuran katil, bakalım bağrını açanlara ne yapar! Şüphe usulünün beslediği kötülük, itimat sistemi önünde büsbütün şahlanır mı, dize mi gelir görelim. (S. 87)
“Göklerin merhametle dolu olduğuna inanıyorum… Bizse nefsimizin beton çatısını tepemize dikmiş, yaşamayı öldürüyoruz! Merhamet… Âlem bu temel üzerinde! Eğer toprağa, tohuma, hatta kire, lekeye merhamet olsaydı, su olur muydu? Rengi merhamet, sesi merhamet, pırıltı şırıltı su… Ne duruyorsunuz! Sökün sahte su borularını! Ev ev merhamet şebekesi kurun! Tepelerinizde ki çatıları da yıkın! Göklerle temasa geçin! O zaman göreceksiniz ki acı su borularından, kendi kendine tatlı su akacak… Ve başlar üstünde, güneşe yol veren kubbeler yükselecek… (S. 139)
Reis Bey ideal bir şahıs olmaktan çok bazı fikir sabitleri, zaafları olan, hayatının çeşitli dönemlerinde değişik karakterler arzeden bir kişidir. Reis Bey, kaidelere sıkı sıkıya bağlı olmanın, mantık ve akıl kalıplarını mükemmel kabul etmenin yanlışlığını astırdığı gencin masum olduğunun anlaşılmasıyla öğrenmiştir. Yok, yere astırdığı gencin vebaline, kendinden, duygularından çok katı düşünceleri iştirak etmiştir. Sonunda Reis Bey merhamet ve acımanın ne büyük bir elzem olduğunu anlamıştır. Adalet anlayışı ve fikirleri baştan aşağıya değişmiş, merhamet cemiyeti için esas şifadır düşüncesine sahip olmuştur. “Acımak düşünmektir, acımak bulmaktır, acıyın yeter.” “Nemiz varsa bizden gittiğini, sonra yeniden geldiğini farz edip ona göre davranmalıyız” fikrini insanlara telkin eder.
Şengül Özgülsengulozgul@lisan-iask.com
Mayıs 2013