Bir yol ki gittiğim ne akıl kaldı bende ne can. Yitirdim benliğimi çıktım bir sefere. Katre iken oldum bir umman. Herkesi ben sandım kaybolurken mekan. Kusurumuz af ola bu dünya anlamaz sırrımızı. Çünkü biz olmuşuz lamekan.
Merhaba ahir zamanın gürültüsü altında kalmış dostlar. Benim adım Ebu Ali İbni Sina. Beni çok isimlerle anarlar farklı diyarlarda. Kimisi der bilginlerin hükümdarı kimisi der kafirlerin başı. Ben bunlara aldırış etmedim hiç. Aslında benim adım ne oydu ne de buydu. Sadece, Allah yolunda insanlara faydalı olabilmek ve Bir olanı akılla ve kalple bulabilmek için uğraşan bir fakirdi. Neyse biraz size kendimden bahsedeyim. Bu konu uzar gider yoksa.
Dediğim gibi babam bana İbni Sina demiş. Miladi 980’de doğmuşum. Doğduğumda sıcak varmış. Ağustostu diyor bazı kocamışlar. Buhara’nın Khormisen kasabasında açmışım gözümü bu sürgün dünyaya. Babama Sina oğlu Abdullah derler. Bilgili güzel bir adam babam. Saman oğullarından ikinci Nuh ibni Mansur zamanında, babamı takibe alan vezirleri babamı beğenmişler. Hünerli kimsedir diye tesbit etmişler. Bazı vazifelerde görev vermişler. En sonunda da Khormisen’e kudretli bir memur olarak atamışlar. Khormisenle kaderimiz böylece kesişmiş işte. Anlayacağınız vezirlerin tercihi ve babamın hüneri, bizim kaderimize bir harf kondurmuş. Babam anamla da orada tanışmış. Kendi gibi adı da güzeldir anamın. Yıldız demişler anama bu yüzden.
Şimdi yeniden bana dönelim. Benim çocukluğum hep arayışla geçti. Allah ı bulmak için onun iplerine sarılmak gerekiyordu. Bu ipse ilimden başkası değildi benim gözümde. Okudukça okuyor, çalıştıkça çalışıyordum. Yaşımdan beklenmeyen işler yapıyordum anlayacağınız. Ama hepsi Bir’e ulaşmak içindi. On yaşımda vardım yoktum Kuran’ı hıfzettim. Felsefe, tıp kelam, kıyas, hendese, fıkıh gibi ilimler tahsil ettim. Yalnız aklımda bazı sorular dönüp durmaktaydı. Beni içten içe kemirmekteydi. Ta ki Farabi’nin iliminden bir damla kalbime akana kadar. Okuduğu bir kitap insanı bu kadar değiştirebilir mi bilmiyorum. Hastayı küçük bir damla hastalıktan arındırıyorsa, onun misalinden ilim damlası da aklımı cevapsız sorulardan arındırdı. Sevincimden, Yaratana biraz daha yaklaştığımdan şükür secdelerine kapandım. Sadakalar verdim. On dört yaşında iken hocalarım bana sığ gelmeye başladı. Bir denizdim, göletteki su bana ne kadar yarardı ki? Bana umman olup çağlayan bir şey lazımdı. Arayışım hep sürdü. Bazıları gibi inandım demedim. Hatta inanmadım hiç demedim. Bilmediğim bir Şeye nasıl var veya yok derdim. Onun için araştırdım. Cahil olmamak için araştırdım her zaman. Belki ağzımdan bazı laflar çıktı. Bana kafir dediler. Ama yolun sonunda halis bir mümin olmak için her şeye katlandım.
En nihayetinde öğrenmek için okumak lazım. Bana bu imkanı Saman oğlu Mansur verdi. Çok hastaydı. Hekim olduğumuzu duymuş olacaklar. Bir gün beni çağırttılar. Hastalığına deva bulduk. Bu devaya karşılık bana Sivan’ul Hikme’nin anahtarlarını verdiler. Aradığım kaynağı, ilim yuvası olan o müthiş kütüphanemi bulmuştum sonunda. Okudukça daha çok okudum orada. Hiç durmadan okudum. Okudukça öğrendim, öğrendikçe hayretim arttı. Hayretim arttıkça bağım kuvvetlendi. Bu ilmin Sahibi’ne giden yolda, Sen’i hakkıyla bilemedik dedim en sonunda. Çünkü onu görmek baş gözüyle değil gönül gözüyle oluyormuş bunu anladım.
Ve bir zaman geldi babacığımı kaybettim. Onun hatırası taptaze dururken yapamadım Buhara’da. Kendimi Harzem diyarlarına attım soluk alabilmek için bir lahza. Ancak nefes ararken burundan da oluyorduk. O zamanlar Gazneli Sultan Mahmud’a birileri hakkımızda fitne çıtlatmış. Barındırmadılar bizi orada. Arkadaşım Sehl ibni Mesih ile kendimizi harzem çöllerine vurduk. Canımın özü Sehlimi harzemin ıssız kumlarında kaybettim. Gözyaşımı çöle salsam yedi okyanusun suyu ile boğardım çölü. Ama Sehlim gitti ne çare, kader kılıcına kalkanımız yoktur bizim. Yalnız sığınağımız Allah’tır bizim. Güç bela öldürücü çölden kendimi attım dışarı. Haraptım, bin türlü sancım vardı vücudumda. Ama hissetmiyordum fazla. Çünkü her şeyin özü kalbim sökülmüştü sanki yerinden. Kader arkadaşım yoktu artık. Oradan 1019 da Cürcan’a geldim. Yaşım otuz dokuzdu. Ama kahrım yetmişinde bir ihtiyar gibiydi. Hayatta ne tuhaf insanlar var. Anladım ki kalbinde kin nefret olan insan değildir. Aklınıza gelen, ilk dört ayaklıdan da aşağıdır hatta.
Şu dünyada vezirde oldum, hekimde oldum, üstadda oldum. Ertesi günse tutuklanan bir hapis oldum. Anladım ki o zaman, makam dünyada güneşin sinesinde ki buz gibi. Aslolan Rahman’ın gözündeki maddesiz yerin. Yani ruhunun katettiği mesafedir.
Dedim ya, ben bilmeden inanmak istemedim hiçbir zaman. Gençliğimde söylediğim laflar uygunsuz düşmüş bazılarına. Ama bilmediler harf kabının içinde ki abı hayatı. Hakka giden yolda bir merdivenin basamağı olduğunu. Öğrendim Horasan’ın ulularından işin özünü. Kitapların yazmadığını gönüller saklarmış. Boşuna gönül eri demezlermiş ermişlere. Bundanmış meğerse sözün aslı. Sözsüz yazısız almak lazımmış, aşkın balını ruhun Kabe’sine. Petek petek koymak lazımmış kalpteki latifelerin her birine. Yüceler Yücesinin mübarek isimlerini.
Zaman döner dolaşır ama doğru insan dönmez hiçbir zaman. Bana yapılan siyasi oyunları, çekememezlikleri ben çektim sineme. Elime fırsatlar geçti çok sonraları, ama affet demiş Allah. Bizde emre boyun eğdik hoşnutluk ile.
Canı kutsal saydık aziz bildik. Demişti ya Peygamber canlarınız kutsal diye. Dersimizi ondan aldık biz olduk bir hekim. Kitaplarımız çıktı sonra aklın tünellerinden yeryüzüne. Gayemiz insanlığa faydalı olmaktı Rıza-ı İlahi için. Bir damla yardım edebildiysek ne mutlu bize. Kitaplarımız yıllar boyu okutulmuş mekteplerde temel kitap diye. Sahip çıkmış bizle hiçbir bağı olmayan adamlar o kitaplara. Kardeşim olanlar buruşturup atmış kenara. Oysa sevmese bile beni sahip çıkmak gerek bilime. Duydum ki çok zaman sonra, dostlar paletler altında ezilmiş hasetten, kinden. Şimdi dünyayı yönetirmiş, ilime sahip çıkan adını sanını bilmediğim insanlar. Ne derlerse o oluyormuş. Ey güzel insan dinle şu ihtiyarı: boşa düşmedi bu saçlara aklar. Gördük geçirdik bizde bir zamanlar. İlimdir her varış yerinin kapısı. İlimi almazsan seni cehennemden öte koymazlar.
Derken zamanlar aktı geçti bir nehir misali. Ne dur anladı ne set dinledi. 1023 te geldik Alaüddevle Ebu Cafer-Kaküvey’in yanına. Prens ilme değer veren bir zattı. Sevdim onu, o da beni. Kalp kalbe karşı derler ya o hesap. Sevgin gerçekse tabi. Bu mesele uzar gider laf kalsın burada. Hem hal olduk prensle. Ben istediğim gibi tıp felsefe ve din alanında çalışmalarımı yapıyordum. Prens beni o kadar çok sevdi ki, savaşlara bile bensiz çıkmaz olmuştu. Bende ilmimi derinleştirdikçe derinleştirdim. Üç güne bir hatim yapıyordum. Huzura varmadan hazırlık yapmak gerekliydi. En cahil adam bile padişahın huzuruna çıkarken divan durur, iki büklüm olur. Ya her şeyin hükümranı varsa karşında ne yapmalı varın siz düşünün gerisini.
Günler böyle geçerken bir seferde kötü hastalandım. Anlamıştım, gurbetten sılaya gitme zamanı gelmişti. Zamanlardan 21 haziran 1037 idi. Gözlerim kapandı 57’idi yaşımda dünya denen yalana. Ayrılırken bu köhne diyardan aklım kalmadı hiç burada. Çünkü cismim buradayken gönlüm hep orada. Bir miras bıraktım size hazinelerin en hası. İlimdir o günlük ye, yemek gibi o aşı. Eğer yolun düşerse İran Devleti’nin Hemedan şehrine, eksik etme selamını İbni Sina merhuma.
Kaynakça
- İbni Sina’dan Terkipler. Şifalı Bitkiler ve Emraz. Hazırlayan ve tercüme eden H. Arif Pamuk. Al-Kanun Fı’l Tıbb yazarı İbni Sina.
Derya
Bunu İbni sina kendisi mi anlatıyor yoksa hikayeleştirme mi?