Korku…
Evet, buydu belki de onu senelerce yalnız bırakan şey. Nasıl başlar, nasıl sürer ve nasıl biter, nasıl tanırım korkusu. Bu yüzden hep uzaktan sevmeyi seçmişti ya zaten. Bazen sevdiği kişinin ruhu bile duymuyordu, bazen de kızın ruhu bizimkinin kalbinin sesini duysa da, o bir türlü içindekileri yüzünün kıblesine söyleme cesareti bulamıyor, kimselerle paylaşmadığı, el değmemiş sevda sözlerini yutuyor ve hayat onun için daha bir karanlık oluyordu.
Yirmili yaşların henüz başında, ekseriyetle dostlarıyla vakit geçiren ve yalnız kaldığında da bir şeyler karalayan hissiyatlı bir oğlandı bizimkisi. Bazen çenesi düşüyor, bazen maç seyrediyor, bazen de her insan gibi kabuğuna çekiliyordu. Salataya ve bir kaç şeye daha tuz atmaktan hoşlanmıyor, tuzu makyaja benzetiyor, gerçeğin üstün örtüp yapar bir tat verdiğini söylüyordu. Ama kahveyi şekerli seviyordu. Kalın kitaplardan ve kadınlardan da korkuyordu.
Peki ya şimdi ne yapacaktı? Onu bu kadar severken, yine çocukça susup oturacak, hayatını kendi elleriyle mahvedişini mi seyredecekti? Hayır, hayır! Sanırım artık kendi hayatı için bir şeyler yapma vakti gelmişti…
Bir gün, her zamankinden daha yakından bakıyordu kıza. Ve kalın bir kitap gibiydi kız, ağır bir roman kokusu sinmişti sanki kızın üzerine üstelik tozluydu birazda. Ama korkmadı çocuk, ilk kez bu kadar korkmuyordu ömründe. Usulca daha bir yanaştı kıza; ” Size bir kahve eşliğinde okuduğum son kitaptan bahsetmeme ne dersiniz?” Heyecanlıydı, üstelik son kitabını uzun zaman önce okumuştu ama birden ağzından öyle çıkıvermişti…
Yinede ağır bir şiir havası vardı çocuğun her kelimesinde, Sanki uzun o da zamandır bu anı bekler gibiydi kız. Ve kabul etti; kahve içeceklerdi, çocukta hatırladığı kadarıyla anlatacaktı bir şeyler işte. Bir yere oturdular. O an dünyanın en güzel yeriydi orası çocuk için. İçerisi ne kadar da parlaktı öyle? Garson, masaya yanaştı. Kız acı kahve istedi. Garson çocuğa döndü, çocuk durdu. Durdu ve düşündü. Belki de bir anlamı vardı acı kahve isteyişinin. Ağır bir roman kokusu geldi burnuna, üstelik birazda tozluydu. Şeker ilk kez bu kadar saçma geliyordu, hem o anın tadını hiç bir şey bozsun istemiyordu. O da acı bir kahve söyledi erkek, aslında o biraz da acıdan korkuyordu…
Sessizliği bozan erkek oldu, başladı söze, kahveler gelmişti. ” Aslında ben…” dedi, durdu. Baktı olmayacak çıkmıyor bir şey, bir yudum aldı acı kahveden. Acı acı güldü sonra. ” Aslında ben pek kitap okumam.” dedi çekine çekine. Kız şaşırmıştı biraz, böylesine şiir kokan biri nasıl olurda kitap okumazdı… Kız kitapları seviyordu çünkü kitaplar güzel kokuyordu. ” Ama istersen şiir okurum, ben şiir yazıyorum biraz.”. Rahatlamıştı, derin bir nefes aldı çocuk, burnuna biraz daha toz kaçtı. Garip, nasıl da şiir kokuyordu ağzı… Fazla konuşmuyordu çocuk ama kız bunu hissediyordu. Ağır bir roman kokusu sarmıştı çocuğu, üstelik aşk kokuyordu sayfaları. Kız kitapları seviyordu çünkü kitaplar aşk kokuyordu.
Sonra, usulca şiir okumaya başladı çocuk, dişlerini evden çıkarken pekala temizlemişti ama ağzı yinede şiir kokuyordu. Kız daha bir şevdi kitapları, çocuğun yerine de sevdi… Aşkla karışık şiir kokuyordu çocuk. Hayatının en kalın kitabı vardı karşısında, korkularıyla yüzleşiyordu. Ve her yudumda kahve daha az acı geliyordu.
Kız acı içerdi kahveyi ama bazen şekerli de olurdu. “Hem ne vardı sanki kalın kitaplarda…” dedi “önemli olan okumak değil, okuduğunu yaşamak dedi.” Ama yine de çok seviyordu kitapları çünkü her roman biraz da şiir kokuyordu.
Önce şiir sonra kahveler bitti. Büyü gibi bir şeydi bu. Dünyanın en güzel şeyi bana böyle bakan şu bir çift göz olmalı herhalde dedi kız içinden. Belki de susmak daha önce hiç bu kadar anlamlı olmamıştı tarihte… Göz göze gelip, usulca sustular, üç beş kahve miktarı, öylece…
Burak Eren burakeren@lisan-iask.com Lisan-ı Aşk Kasım 2012