Kültür bir toplumu diğerlerinden ayıran değerler bütünü ve toplumun hayatı algılama biçimidir. Bilim, teknoloji, müzik, spor vb. evrensel olarak nitelendirilebilir ancak kültür millidir. Kültürün milli olması, içine kapanık, diğer kültürlerden bağımsız olması anlamına gelmez. Kültürler birbirinden beslenir, etkilenirler. Ancak etkilenme, kopyası haline dönüştüğü zaman yozlaşmayla başlayan süreç yok olmayla sonuçlanır.
Evrendeki tüm yapıları yok etmenin en kısa yolu tahribatı temelden başlatmaktır. Bizim kültürümüzün temelinde ise genç neslin kültür zihniyeti yer alır. Peki, biz bu zihniyeti nasıl oluşturuyoruz?
Kültürde de ilk eğitimimiz aileden başlıyor, öncelikle ailemizin süregelen gelenek, görenek, örf ve âdetlerini öğreniriz sonra yaşadığımız çevreyle bu devam eder. Din hakkında bile ilk bilgiler aile tarafından verilir. Ancak günümüzde görüyoruz ki ailelerin dikkat ettikleri tek şey çocukların giyimi, saç şekli, komşunun çocuğunda bulunan her şeyin daha iyisinin kendi çocuğunda olması… Çocuklar bunu istiyor olabilir ancak ailelerin eğitime daha öncelik tanımaları gerekir.
İkinci bir yol bu zihniyeti kitaplarla oluşturmak. Bu cümleden sonra yüzünüzde beliren acı tebessümü tahmin edebiliyorum. İstatistiklere göre ülkemizde okuma oranı %4,5 ve Avrupa’da 1 kişinin yılda okuduğu kitap en az 7 iken, Türkiye’de 6 kişiye yılda 1 kitap düşüyor. Rakamlara baktığımızda bu yolla zihniyet oluşturmak imkânsız gibi görünüyor. Bu nedenle bu yolumuz başlamadan bitiyor.
Yine rakamlardan gidelim ülkemizde dergi okuma oranı %4, gazete okuma oranı %22, radyo dinleme oranı %25, televizyon izleme oranı ise %94… Kitle iletişim araçlarının baş döndürücü gelişimi sonucunda bu oranlar normal karşılanabilir ancak bugün kültürümüzün yozlaşmasında en büyük paya sahip oldukları düşünülürse durum biraz düşündürücü. Değişim, çağdaş dünyayla rekabet emek için kaçınılmaz olmuştur ama unutulan bir nokta var “özü korumak”. Kültürün baş taşıyıcısı ve nesilden nesile aktarımda önemli unsur olması gereken gazete ve televizyonlarımız maalesef bu görevinden uzaklaşmaktadır. Genel duruma baktığımızda; şiddet, müstehcenlik, karamsarlık aşılama, özenti yaratma, tüketimi arttırma, yazılı kültürden uzaklaştırma, gibi mahzurları olan yayınlar her yerde kendine yer bulmakta ve hızla artmaktadır. Çizgi filmlerde bile şiddet, özel güçler, yıkım, ortadan kaldırma ağırlıkta olan yayınlar gün boyu devam ediyor. Bizim kültürümüzde ve dinimizde saygıdeğer konumda bulunan “kadın” ne yazık ki cinsi bir nesne haline getirilmiştir.
Millet olarak çok ciddi sorunlara sahip olduğumuz aşikâr. Ancak yayınların sürekli toplumun kötü taraflarını, eksik yanlarını göstermeleri bireylerde milletini küçümsemeye hatta kendi içinde bile karamsarlığa düşmesine neden olmaktadır. Kendi dinimizin emrettiği paylaşmanın, yardımlaşmanın tam aksine geliri düşük insanlarla alay edercesine yapılan yayınlar, o insanları şatafatlı hayata özendirme çabaları, zengin kesimin bu insanlarla iletişimini demode(!) gösterme hevesleri artık yayıncılık ilkesi haline gelmiştir. Dolayısıyla bu ortamda yetişen insanlardan nasıl kültürel bir zihniyete sahip olmasını ve bunu nesilden nesile aktarmasını bekleyebiliriz.
Nicesinin ismini bilmediğimiz bilgin ve âlimlerimizden koparılmaya çalışıyoruz. Avrupa’nın bile bizden daha fazla değer verdiği kişilerle ilgilenmek ülkemizde boş işler(!) olarak görülmekte. Hangimiz bilgisayar babasının “Cezeri”, ses olayını bulan ve fiziğe döken kişinin “Farabi”, batıya cebri ve rakamları öğreten adı algoritmaya isim olan ve 0(sıfır) sayısını bulan kişinin “Harezmî”, bugünküne çok yakın dünya haritasını çizerek Amerika Kıt’asının varlığını Kristof Kolomb’dan önce bilen ünlü denizcinin “Piri Reis”, seviyesine şu an bile ulaşılamayan Avrupa’da bile kitapları okutulan mimarın “Mimar Sinan” olduğunu biliyoruz. Aslında bilememiz normal çünkü bu bilgileri kitaplarda göremezsiniz. Hiç dikkat ettiniz mi? Kitaplar hep eski yunan döneminden başlar ve bir anda 17–18.yy geçişi yapılır neden? Çünkü aradaki dönem İslamiyet’in en parlak olduğu âlimler yetiştirdiği ve bu âlimlerin bilimde çığır açtıkları dönemdir. O dönem hakkında araştırmalar yayınlanırsa insanlar sorgulamaya başlar, İslamiyet ve Türk kültürü araştırılmaya başlanır… İşte genç neslin atalarından koparılmaya çalışılması bu tehlike yüzündendir. Tabii bu durum günümüze özel değil; Atilla İlhan’ın şu sözleri bize ait olanların nasıl horlandığının, hayatımızdan koparılıp atıldığının bir örneğidir. “Lisede Sophokles okuduk. Klasik Türk Musikisine sövmeyi, divan şiirini hor görmeyi, buna karşılık; kötü çevrilmiş Batı klasiklerine körü körüne hayranlık göstermeyi öğrendik. Sanki Sinan, Leonardo’dan önemsiz, Mevlana, Dante’den küçüktü. Itri ise Bach’ın eline su dökmezdi. Aslında kültür emperyalizminin ilmiğini kendi elimizle boynumuza geçiriyorduk.”
Dilimiz o kadar fakirleşti ki artık günlük konuşmalarımızda 25 kelime konuşur hale geldik. Üretilen kısa mesaj(sms) dili genç nesli tamamen ele geçirmiş durumda.1960–1970 yıllarında basılan kitaplar bugün ki nesil tarafından anlaşılamıyor. Üretilen zevksiz, kuru, duygu bakımından fakir kelimeler zamanla dilimize yerleşmiş artık günlük yaşam bunların üzerine kurulmuş vaziyette. Ayrıca çoğu işletmede bir yabancı isim hastalığı var, herkes kendi şehrinin işlek caddelerinde dikkatle gezinirse bu yargıya varabilir. Çünkü artık öyle Türkçe isimli yerlerde oturmakta demode! Tabii esnaf da kültür yozlaşmasına değil maddi getirisine bakıyor.
Orhan Veli, bir şiirinde; “Büyük Türkiye, ancak kültür ve birikim olarak, ruh olarak büyük ve idealist bir gençlikle gerçekleşir” diyor. Büyük Türkiye adını “kültür” koyduğu gençliği bekliyor; fakat bu ortamda her kültür ölü doğuyor.
Ali Aslanaliaslan@lisan-iask.com
Şubat 2013
KAYNAK: www.bilgiportal.com