Yüksek ateş altında beyninizdeki tüm verileri gömülü oldukları yerden çıkardığınızda onların, âdeta horon ettiklerini ve böyle zamanlarda yapılan müdahalelerin kalıcı izler bırakabildiğini biliyor muydunuz?[1] Muhtemelen cevabınız “Hayır!” olacak. Aşağıda okuyacaklarınız böyle bir deneyin öyküsü hem de ilk ağızdan…
Elimdeki kartvizite baktım, siyah zemin üzerine kabartmalı lacivert italik harflerle yazılı isim, pek de sıcak gelmiyordu bana: Akif Hezarfen! Hele de unvan!… Psikiyatrist!.. Bunu da gördük nihayet, dedim. Alenen psikiyatriste yönlendirilmiştim ama yaşadığım karmaşadan başka türlü kurtulabileceğimi de aklım kesmiyordu. Hem ne demişti bizimki, “Tüm protokol kendisine has bir işleyişte seyredecek. Tıp literatüründe böyle bir tedavi şekli yok. Hiçbir ilaç tedavisi uygulamıyor. Tahlil, test yaptırmıyor ve çoğu kez tek görüşme yetiyor eğer gerçekten de hasta değilsen.” Hastalık, derken neyi kastettiğini bilemediğim için kaç seanslık işim olduğunu bilmiyordum, dahası kendimi hasta gibi değil de aksine fazla fazla iyi, sürekli ilerlemeye ve çırpınmaya mecbur hissediyordum.
Kendimce çok makul planlarım vardı ve her şeyin standartlara uygun ilerleyebilmesi için gerekli tüm ön hazırlıklarım tamamdı. A, B ve C planlarım her zaman mevcuttu, yetmezse karşıt planlarım vardı; A’, B’ ve C’ olarak. Bir işe başlarken o kadar çok boyutu göz önüne alırdım ki her aksilik daha başlamadan çözümlenmiş olurdu. Üzerime düşeni yapıp gerisini Allah’a bıraktım zannındaydım yani tevekkül ediyordum ama yine de içime sinmeyen şeyler vardı daima. Bir konferansta Bülent Akyürek tevekkülü anlatırken şöyle bir betimleme yapmıştı, “Peygamberimiz, önce deveni bağla; sonra tevekkül et demiş. Biz ne yapıyoruz? Alıp o deveyi kaç farklı yerden, kaç ayrı iple, çelik tellerle, halatlarla çiviliyoruz. Kıpırdayacak hâli bile kalmıyor! Hani bunun tevekkülü?” Ben de böyle yapıyor olabilir miyim, dedim kendi kendime. Hayır, deve örneği üzerinden gidecek olursak yaptığım tam olarak da böyle sayılmazdı. Ben deveyi bağlıyor, etrafına çit çekiyor, kaçma ihtimaline karşı başına çoban dikiyor, bir de olur da yakalayamazsak diye hayvan sahiplerinden hazır ve nazır devesi olanlara ulaşabilir vaziyette durmakla yetiniyordum. Yetiniyordum (!) evet, biraz hafif kaçtı ancak kani oluyordum, diyelim. Her neyse, bana bu doktoru öneren arkadaşım içimde bulunduğum vaziyeti tarif ederken söylediğim şeyleri doktora aktarmış, o da benimle ilgilenmek istediğini söylemiş. Ne tuhaf prosedürleri varmış adamın arkadaş? Normalde ihtiyaç sahibi doktora başvurur, burada ise beyimiz hasta seçiyor. Sınırlı sayıda bastırmış olduğu kartvizitlerinden sadece çok güvendiği öğrencilerine üçer beşer vermiş, öğrencileri sadece tıbbiyeli değil elbet öyle olsa bizim Mehmet’te kartın işi ne? Psikoloji bölümünde de bir çevresi varmış hocanın, psikologlardan da yönlendirme kabul ediyor bu yüzden. Herkes önereceği kişiyi çok dikkatli seçmek zorunda zira kartın arkasına adını yazıyor sana verirken, referans oluyor ve eğer hocaları gönderilen kişiyi alelade bir vaka olarak görürse öğrencisindeki diğer kartları geri istiyor. Adamın reklam endişesi yok, zaten yılların doktoru. Profesör olmuş, akademik yayınlarının telif ücretleri ve emekli maaşı hayli hayli yetiyordur. Bizim gibilerle bir nevi hobi olarak ilgileniyor. Belki de kobay olarak kullanacaktır bizi, kim bilir? Bu düşünce bile tüylerimi diken diken etmeye yetti!
“Seni iki yıldır tanıyorum, bence kafa karışıklığı haricinde bir problemin yok. Ama bazen kendini öyle bir kasıyor, öyle bir kasıyorsun ve o kadar ilginç şeyler anlatıyorsun ki konuşurken laf arasında hayret ediyorum. Seni gören bunları bildiğine hayatta inanmaz, inansa bile bunları ne ara ne şekilde öğrendiğini aklı almaz. Sen ne tuhaf insansın be birader? Seni değil dinlemek izlerken bile yoruluyorum bazen!” Başta bunları duyunca canım sıkılıyordu, sonraları alıştım. Arkadaşım psikolog, ben iktisatçıyım. Aynı ofisi paylaşıyoruz, “ekonomik buhranlar için neşeli öneriler” üretiyoruz. 657’ye tâbi bir memur için fazla değişik bir iş tanımı… Zaten yaptığımız şeyin adı da aslında bu değil. Biz mali krizlerin psikolojik getirilerini inceliyor, maddi ve manevi önlemler üretiyoruz. Tabi ki bu önlemlerin hiçbiri uygulanmadı, üstten gelen yazının dediğiyle hareket ediyor, şahsi projelerimizi ise bir gün gün yüzüne çıkarılacakları hayaliyle yazıp dosyalıyoruz. Bir de fantastik fikirleri olduğunu sandığım bir şube sorumlusunun önerisiyle ilkokul bebelerine “iktisadi hayatın faideleri”ni anlatıyoruz. Başta ağaç yaşken eğilir fikrinden hareketle gerçekten de kalıcı bir çözüm buluruz sandım ama müfredat da üst yazıyla geldi. Enflasyonla başlayıp gayri safi milli hasıla vb. birtakım şeylerin uzun tanımlarını yaptıktan sonra “Yerli malı yurdum malı herkes onu kullanmalı!” sloganıyla biten bir de eğitim slaytı hazırlamışlar 93 kutudan müteşekkil. Ben bunu üniversite öğrencilerine bile anlatmam yahu! Ne yapsın çocuklar bunları? Bizim psikolog dedi ki çocukların gözünü bu tip şeylerle yıldırırsak değil tasarruf etmek, para görmeye bile tahammülü olmayan nesillerin yetişmesi işten bile değilmiş! Ben de korktum hâliyle, bir neslin geleceğini karartacak hâlim yok ya! Neyse, gittik konuştuk amirimizle. Slayt, merkezde uzmanlarca hazırlanmış ve pedagoglar da onaylamış! “Onlardan iyi mi bileceksiniz? Gidin anlatın!” dediler. Biz de uzmanlarsa eğer bir bildikleri vardır dedik ve gittik. Daha ilk eğitimde sınıf öğretmenleri dehşete düştü, dinlemeye tahammül edemeyeceklerinden olsa gerek sınıfları bize bırakıp gittiler. Çocukları ise durdurabilene aşk olsun, o kadar sıkıldılar, o kadar bunaldılar ki bir şamata, bir gırgır sormayın gitsin! Kendi sesimizi duymakta zorlanıyorduk, slaytları hızlı hızlı geçip sunumu bitirdik. Okul müdüründen eğitim verildiğine dair tutanağı da alıp perişan vaziyette daireye döndük. Ve ben dedim ki kendi kendime: “Oğlum Ahmet, bu iş bu slaytla olmaz. Sen bildiğini oku gene. Soran olursa evet verdiğiniz slayttan devam ediyoruz eğitimlere, der geçersin.” Psikolog dünden razı zaten beraberce çocukların yaşına uygun basit ve eğlenceli bir slayt hazırladık; işte denk bütçe falan. Paranı biriktirip ihtiyaç sahiplerine verebilir, onları da mutlu edebilirsin. Paylaşmak güzeldir, gibisinden biraz da erdem serpiştirdi Mehmet. Gittiğimiz her okulda çocuklara gerçekten de bir şeyler öğretebilir olduk. Nihayet!
Ben tüm bunları niye anlattım, bilmiyorum. Aslında Mehmet’in beni yönlendirişini anlatacaktım, hatlar karıştı. Bu aralar hep böyle oluyor işte! Kendimi içi içine sığmaz bir hâlde; hani bir kaba koyduğun gazı ısıtırsın da taneciklerin enerjisi yükselir, sağa sola çarpıp dururlar, çarptıkça ısınırlar, ısındıkça çarparlar, esnekse kap genişler ama esnek değilse patlar ya, işte aynen öyle hissediyorum! Beynimin içinde fikirler havai fişek gibi patlayıp duruyor, kıvılcımlar çıkarıp yere çakılıyor sonra tekrar alev alıp tekrar yükseliyor ve ben sabit kalınca çıldıracağım sanıyordum! O fikirlere bir çıkış yolu uydurmak hiç değilse başka şeylerle uğraşıp biraz da kafamı dağıtmak için her işe el atıp türlü uğraşlar ediniyor neticede bir çıkış yolu bulmaktan ziyade yeni fikirler bulduğumdan kafa içi basıncım artıyor ve beynim yine patlayacak hâle geliyordu. Mehmet kızıyor bana: “Oğlum anladık, katıksız sayısalcısın idealist olayım diye gidip iktisat okudun, sonra geldin benim birime düştün -ki ben sosyal bir bilimin temsilcisiyim- ama kabul et artık, anlattığın fen derslerini 10 yıl var ki görmedim, duymadım ben. Böyle tanımlar yapıp benim de kafamı bulandırma! Seni dinleye dinleye sana benzeyeceğim ondan korkuyorum. Kır atın yanında duran ya huyundan ya suyundan; üzüm üzüme baka baka kararır, falan!” Of! Olayları anlatırken bile tutarlı değilim işte ben, bir an evvel gidip görüneyim şu doktora.
2 gün sonra…
Yüksek bahçe duvarlarının ardına gizlenmiş, duvarları sarmaşıklarla taralı bir villa… Bahçe kapısına gelip zile basıyorum. Bir yandan da demir kapının parmaklıkları arasından bahçeyi süzüyorum. Şehir içinde böyle bir bahçenin varlığını kim hayal edebilirdi ki? Katrandan limon serviye türlü çamlar, koca çınarlar, meyve ağaçları, üzüm asmaları ve güllerle dolu bir bahçe… Ve dev bir kangal köpeği… İyi ki bahçeye girmeden gördüm mahlûku, fark etmeden girsem hâlim nice olurdu? Neyse, otomattan ses geliyor; “Kıtmir, oğlum yol ver abine! Getir hatta onu buraya, haydi bakalım.” Otomatik kapı açılıyor, Kıtmir bana doğru koşuyor. Bu ne büyük bir köpek böyle! Koşarken tüyleri belgesellerdeki aslanların yelesi gibi dalgalanıyor! Dizlerimin bağı ha çözüldü ha çözülecek. Gelip karşımda duruvermese üzerime sıçrayıp beni parçalayacak sandım. Geldi karşımda duruverdi sonra bir kez havlayıp önüme düştü, tüm bahçeyi dolaşıp villaya, arka taraftaki bir kapıdan girdik. Kıtmir -sanıyorum sahibine beni getirdiğini söylemek için- bir kez daha havladı ve çıkıp gitti.
Dar ama aydınlık bir koridorun başındayım. Gelen giden, çağıran eden olmadı henüz. Oturup bekleyecek bir yer de yapmamışlar; ilerlemem gerekiyor sanırım. Yavaş adımlarla ilerliyorum, sanki orada olmamalıymışım gibi bir his var içimde. Çekinerek yürüyorum, bir yandan da etrafı kolaçan ediyorum ama randevu ile çağırılan birisi için biraz daha ihtimam olabilirdi bence. Sağ tarafta ufak bir yazı masası ilişiyor gözüme. Üzerindeki kalemlikte türlü kalemler var; kurşun, tükenmez, pilot ve dolma kalemler. Çevirmeli bir kalemtıraş monte edilmiş masanın kenarına. Birkaç deste de kâğıt var; kareli, çizgili, düz, renk renk dosya kâğıtları ve biraz da teksir kâğıdı. Bir de çinili bir kâse içerisinde ataçlar var onlar da renk renk. Biraz da toplu iğne var kâsede. Ve bir not iliştirilmiş masanın duvara yaslanan raf çıkıntısına: “Derdini buradaki kâğıtlardan dilediğine, dilediğin kalemle yaz. Birden fazla kağıt kullanabilirsin ama kağıtları birbirine tutturmayı da unutma!” Hayda, derdimi bilip de beni çağıran kendisiydi oysa. Bir de yazmam mı gerekiyor ve neden bu kadar seçenek var? Çıktık bir yola, bari sonu gelsin diyerek iskemleye oturup kareli açık mavi bir dosya kağıdı alıyorum elime ve başlıyorum yazmaya, 0.3’lük siyah pilot kalem ile.
“Buraya geldim çünkü Mehmet, beynimin içindeki şamatayı ancak sizin kesebileceğinizi düşünüyor. Buradayım çünkü basit bir insan gibi yaşamak, basit meseleler konuşmak, basit hevesler peşinde olmak istiyorum artık. İdealistmişim, bunu kabul etmiyorum. Etrafımdaki herkesin benden farklı olduğunu görüyorum. Acı çekiyorum, standart bir vatandaş ve devlet memuru olarak azami ölçüde düşünce ve beklentiler ile zaman öldürmek istiyorum. Bin parçaya bölünüp bin ayrı yerde düşünen bir insan olmaktan, 40 ayrı ipte oynamaktan yoruldum. Milyon tane yarım değil, 1 tane de olsa “tam” işim olsun istiyorum! Etrafımda gelişen olaylara kayıtsız kalarak sürdürebileceğim bir hayat istiyorum. Falan feşmekân, bir yığın şikâyet işte… Daha az düşünmek, insanlara ne hâli varsa görsün, diyebilmek istiyorum. Buralar hep uç noktalar aslında, ben özetle istikrarlı bir hayat sürdürebilmek istiyorum.” Böyle epey bir şey yazdım, kağıtların tek yüzünü kullanmıştım. Onları sol taraftan iğneledim, baştan sona okudum ve iğrendim serzenişimden. Son kağıdın altına ilave ettim: “Tüm bunları yazdım ama hayır, ben aslında tüm bu yaptıklarıma aynen devam etmek için gerekli azme sahip olabilmek; olduğum gibi kalabilmek sadece bunu yıpranmadan yapabilmek istiyorum!!!”
“Hah şöyle!” dedi arkamdan bir ses. Sıçradım! Öyle bir yazıyordun ki geldiğimi fark etmedin bile, dedi bir doktor için fazla tonton hatta bildiğin düpedüz dede tipinde bir adam. Bir sürü şey zırvaladın ama nihayet baklayı ağzından çıkardın! Senin kafan iyi karışmış gerçekten de şimdi benimle gel de ne yapabiliriz bir bakalım. Böyle söylerken kağıtlarımı aldı, fazlasıyla karakteristik ve dalgalı bir yazı stilin var. Hiçbir harfinin kuyruğu birbirine benzemiyor, yalnız f’lerine bir de t’lerine bayıldım! Kareli kağıdı sırf sayfa düzenini sağlamak için seçmişsin, başarılı. Sol manej düzgün, eskiyi kafanda bitirmek kolay olacak, sağda ise hiç boşluk yok ısrarla ilerlemek azmini görüyorum. Ataç yerine iğne kullanman daha kalıcı iz bırakan çözümler aradığından. Mavi gerçekten de bir insanın sevebileceği en güzel renk ve seçtiğin kaleme gelince; rapido çalışmışsın sen, bu kalemi bu kadar uzun yazı için seçmenin başka bir izahı yok. Karikatür mü, grafik mi yoksa 000 fırça ile kontör mü çekiyordun sen? Yok yok cevap verme, harflerin kuyruğundan belli senin ne iş yaptığın ama ara vermişsin, bak çiğ düşmüş çizgilerin. Bu işlerde zor yol alınır ama başlamak da bir şey. Kaldı ki sen dönülmeyecek kadar ilerlemişsin. İlk fırsatta tekrar başlamanı şiddetle tavsiye ederim yavrucuğum. Samur kılından fırçalarınız var, değil mi sizin? Ellerim titremezden evvel bir denemişliğim olmuştu ama pek ince iş, tutturamadım. Tamam onu da çözdük işte, yazının içeriğine oturunca bakarız zaten son cümleyle baş tarafı çürüttüğün için oranın tahlili pek vakit almayacak ve bir de Allah aşkına çık şu ışık görmüş tavşan modundan. Hayretten gözlerin yuvalarından fırlayacak! Evladım, şaşırma bu kadar! Benim işim bu, hem konuşalım bak daha nelerini döküyorum ortaya, köfte seni!
Önümde sallanarak yürüyen bu ihtiyara bakıyorum da 3 dakikada bu kadar ifşaya hazır değilmiş bünyem onu anladım. Derin bir saygı ve hayranlıkla takip ediyorum Hezarfen Hoca’yı. Konunun ilerisini acayip merak ettiğimden çıt çıkaracak hâlde değilim. Yine arkasını dönüyor.
- Aşıların tam mı senin çocuğum? Hani şu okullarda yapılanlar falan?
- Tam hocam, diyorum.
- Ateşli hastalık geçirdin mi hiç, aşısını oldukların hariç.
- Evet ama pek nadir.
- Ne kadar nadir?
- Şöyle ki birkaç yılda bir.
- Peki kaç oluyor en son ateşin?
- 39’un üstüne çıkmadan ilaçla müdahale edildi hep.
- Hımm… Peki uçuk çıkarır mısın?
- Hayır.
- Havale geçirdin mi hiç?
- Küçükken bir kere geçirmişim.
- Tamam kısa keseceğim, beynini şoklamam gerekiyor ama ben bunun elektrikle yapılması taraftarı değilim. Sana zayıflatılmış bir virüs verecektim ama aşılardakiler olmaz, daha kuvvetli bir şekilde ateşini yükseltecek bir müdahalede bulunacağım. 39 son, dedin hem de uçuksuz. Seni 40-41’lerde görelim bakalım. Havalen olmasaydı daha da yüksek olurdu ama havale geçirmeni istemiyorum şu an. Rızan varsa şu kağıtlara birer imza çiziktir, ölür mölürsün maazallah; bu yaştan sonra bir de hapislerde çürüyemem.
Allah’ım nasıl bir şeye bulaştım ben? Ellerim titriyor ama sesimi çıkarmıyorum, malumunuz serde erkeklik var. İmzaları atıp kâğıtları hocaya uzatıyorum.
- Ne o? Kireç gibi olmuşsun! Tamam yahu, dur. Anlatayım da aklına yatsın. Şimdi beynini tozlu dev bir halı gibi düşün, onu çırpacağız. Yok bu tabir olmadı! Beynini o kadar bunaltacağız ki dip köşe bucak ne varsa ortaya döküverecek. Fazlalıkları imha edip kalmasını istediklerini düzenlemene imkân sağlayacak bu, tabii dayanabilirsen. Acı yok, sadece müthiş bir karmaşa yaşayacaksın ve çoğunu kendi başına çözmen gerekecek. Ben ancak sorularla yönlendirebilirim seni. İşimiz bitince olay esnasında konuşulanları hatırlamayacaksın, istersen ses kaydı alabilirim sonra dinlersin ya da boş ver çünkü tahmin ettiğim kadar hızlı konuşuyorsan kayıttan pek bir şey anlayabileceğini sanmıyorum. Olay esnasında bilincin yerinde olacak bana istediğini sorabilirsin istersen banka hesap numaramı hatta şifrelerimi bile sorabilirsin çünkü konuştuğumuz hiçbir şeyi hatırlamayacaksın.
Bunları anlatırken bir yandan da ateşimi yükseltmek için bir şeyler karıştırıyordu.
- Şöyle yaslan da sana bir damar yolu açayım.
- Enjeksiyon mu yapacaksınız?
- Ne sanıyordun, tebeşir tozu verecek hâlim yok ya! Hem ilaç kana ne kadar çabuk karışırsa bizim için o kadar iyi. İlacı verişimden itibaren 3 saatimiz var. Vakit yetmezse ikinci dozu da vereceğim, 2 saat de oradan gelir. Beynini ters yüz etmek için yeterli vaktimiz var ama olayları toparlama kısmı tamamen sana kalıyor. Zihnin buna dayanabilecek mi, bakalım. İşimiz bittiğinde muhtemelen uyku bastıracak ama burada uyumamalısın. Önce temiz hava alman lazım, bahçeye çıkarız. Sonra senden ortamdan uzaklaşmanı ve bir süre hiçbir şeyle meşgul olmamanı isteyeceğim. İnsanlarla fazla muhatap olma, hatta bir süre kimseyle konuşma. Seansın bitişine yakın Mehmet’i çağıracağım, seni almaya gelsin. Evine götürür, güzelce istirahat etmeni de sağlar. Uyanınca beni arar, durumunu öğrenirsin. Şimdi hazırsan başlıyoruz.
Ve hazırlamış olduğu ilacı sol kolumdan enjekte etti. Yüzüme çarpılan soğuk suyla kendime geldim, yüzüm yanıyordu. Beynimin içindeyse harlı bir ateş vardı sanki. Keskin bir sirke kokusu alıyordum, yüzümü buruşturdum. Akif Hoca bir bardak uzattı; soğuk bal şerbeti. Çarçabuk içtim, zaten fena hâlde susamıştım. İçinde zencefil ve limon tadını ayırt edebiliyordum. Şerbetten sonra masanın üstündeki su şişesine ilişti gözüm, hepsini bir dikişte içip bitirdim. Bal genzimi yakıyordu ve içtiğim suya kanamıyordum. Hoca yeni bir şişe daha açtı. Onu da bitirdim, sonra bir şişe daha… Başımdaki sıcaklık tatlı bir rehavete dönüştü. Zihnim o kadar berraklaşmıştı ki başımı bir yere yaslayıp günlerce uyuyabilirim, sanıyordum. İçim geçiyordu yine. Hoca elini bir tasa daldırıp tekrar su çarptı yüzüme. Sirke, evet. Sanırım ateşimi düşürmeye çabalıyor. Ne kadar da terlemişim, kıyafetlerimle havuza düşmüş gibiyim. Dahası şiddetli hararetime rağmen çok da üşüyorum. Tüm kemiklerimde bir sızı var, özellikle dizlerim çok ağrıyor. Neden acaba? Başım fena dönüyor, oturduğum koltuğa yayılıp uyumaya hazırlanıyorum. Bir sirkeli su tacizi daha! Kızacağım ama artık! Çok yorgunum gerçekten uyumalıyım, hemen! Ama tutup kaldırıyor beni hoca, koluma giriyor. Öyle halsizim ki ayaklarımı sürükleyerek yürüyebiliyorum ancak. Adım atacak hâlde değilim. Bahçeye çıkıyoruz. Derin bir nefes alıyorum ve bahçedeki muazzam kokuları fark ediyorum. Hava kararmaya yakın, sabah da geçmiştim buradan. Tüm ağaçları, gülleri görmüştüm ama hiçbirinin kokusunu bu kadar net almamıştım. Güller, çam ağaçları, hatta şu anda görmüyorum ama bir yerlerde bir ceviz ağacı da olmalı; yapraklarının kokusu geliyor işte. Neye ait olduğunu bilmediğim ama farklarını tek tek ayırt ettiğim bir sürü koku var, derin nefesler alıyorum. Kıtmir havlıyor, Mehmet beni almaya gelmiş. Gelip koluma giriyor, bahçeden çıkıp arabasına biniyoruz. Hoca ayrılırken tek kelime bile etmedi, Mehmet de konuşmuyor. Zaten konuşmaktan geçtim, kılımı kıpırdatacak hâlim yok. Başımdaki sıcaklığın yavaş yavaş dağıldığını hissediyorum, ateşim düşüyor sanırım. Tuhaf bir hafiflik var şimdi, sanki beynimde bir rüzgar esiyor; öyle ferah, öyle serin. Bir de uyursam benden mutlusu yok, diyorum. Eve gelmişiz bile Mehmet yine koluma giriyor.
Sabah ezanında daha hoparlörün açılma sesini duymamla gözümü açmam bir oluyor, hangi ara pijamalarımı giymişim, kaç saattir uyuyorum, hiç bilmiyorum. Ama uzun bir aradan sonra ilk kez namaz için bu kadar kolay uyanıyorum. Kalkıp abdest alayım, Mehmet’e bakayım bir de. Namazı, Yasin-i Şerif’le kılıyorum, hiç şaşırmadan. Nasıl hayıflanıyordum unutuyorum diye. Tekrar uyuyacak mısın, diyor Mehmet. Uykum yok, diyorum. Bizimki epey merak etmiş anlaşılan seansta olanları. Anlatmamı istiyor. Gidişimden itibaren olan her şeyi tek tek anlatıyorum, ilacı alır almaz kolumdan beynime doğru bir alevin yürüdüğünü… Hararet arttıkça yerimde duramayıp odada uzun voltalar atışımı… Seans boyunca odada fır dönmüş olmalıyım, dizlerimin bu kadar ağrımasına şaşırmamak gerek. Hocanın söze girişini hatırlıyorum ama esas meseleyi, yani neler konuştuğumuzu hatırlayamıyorum. Sence işe yaradı mı, diyor Mehmet. Bu dinginliğe, tüm algılarımdaki bu denli büyük açılmaya ve artışa bakarak yaramış olduğunu düşünüyorum. Acaba ne konuştuk? Bunu çok merak ediyorum, güzel bir kahvaltı yapalım da Akif Hoca’yı arayalım, bakalım düne dair neler anlatacak.
- Ahmet, sen misin oğlum? Bakıyorum erkencisin. Dün çok eğlenceli bir seans geçirdik. Bir aşamada taramalı tüfek gibi takır takır saydın lafları. Biraz da yordun beni hâliyle. Ama işi çözdük evladım, artık derli toplu bir beynin var. Her işin, her olayın, her kişinin yeri tam olarak belli artık zihninde. Demem o ki beynin anne eli değmiş genç odası gibi oldu. Benim için çok verimli bir çalışma oldu, güzel notlar aldım. Sana dair birkaç önerim var. Konuşmaları içeren bir de kayıt oluşturdum. Mail atıyorum, onu bir dinle, orada geçiyor zaten hepsi.
Biraz daha konuşup kapatıyoruz telefonu. Seans 7 saate yakın sürmüş, üçüncü ilaç dozunu da vermiş hoca. Üçüncü dozun gerekmesi, ilk defa yaşadığı bir şeymiş. Sonra bakmış ateş 44-45’e vuruyor havale geçirmemden korkup sirkeli su ile şoklamış beni. Bol su içmem terleyerek çok sıvı kaybettiğimden. Bal şerbeti, kan şekerimi yükseltmek için. Bugün de birkaç bardak tuzlu ayran içsen iyi olur, dedi hoca. Seans 7 saat ama hepsi kayıtlı değilmiş, o kadarını istesem de dinleyemezdim zaten. Sıkılırım ben. Ama esas kısımları derlemiş hoca, Mehmet’le birlikte bilgisayarın başına geçiyoruz. Yazdıklarımı tahlil ederek bunalmakta haklı oluşumdan söze girmiş hoca, arada bir alnıma yaklaştırdığı bir cihazla ateşimi ölçüyor. Bense sayıklar gibi hızlı hızlı konuşuyor bir yandan da seri adımlarla odayı turluyorum. Su içmek istiyorum, müsaade edilmiyor. Ateşim düşebilirmiş. Sinirlenip Kerbela’dan söze girmeler mi dersin; (Tövbe Estağfirullah! Benim haddime mi düşmüş böyle bir kıyas?) sonrasında ayaklarım sızlıyor diye küçükken düştüm, şuralarım kırıktır, şuralarım buruk diye anlatmalar mı dersin; meslekten laf açılınca bu kadar israf ve yanlış uygulamalara rağmen ülke hâlâ batmadıysa gerçekten de çok zenginiz, deyip yeri gelmişken siyasilere bir yığın laf saymalar mı dersin… Hoca sistematik bir şekilde lafı döndürüp dolaştırıyor ve her defasında o konuya dair tüm söyleyeceklerimi bitirmemi sağlıyor zaten. O kadar hızlı konuşuyorum ki 5 dakikada 10 ayrı konudan dem vurmuş olabiliyorum. Hollywood mu Bollywood mu dersin, Orhan Gencebay mı Ferdi Tayfur mu dersin; yok eski şarkıların yeni uyarlamaları beş para etmez de yok falanca grup filanca şarkıyı falan yerden araklamış da… İlk cümleyi anlaşılır bir biçimde söyleyip sonra lafları anlaşılmaz biçimlerde ağzımda yoğurarak uç uca ekleyip anlamsızca lafı uzatıyorum. Dakikada 3 kez konu değiştirdiğim de oluyor, bir an susup 2 saniye sonra bambaşka bir yerden söze girdiğim de. Beynim dev bir çöplükmüş meğer. Bir insan, bu kadar düşünceyle nasıl yaşar? Şimdiye kadar çıldırmayışıma şaşırıyorum. Çocukluk yıllarım, ilkokul öğretmenim, ergen görüşlerim… Bir ara şiir okuyorum, her bir şairden birkaç mısra birleştirerek. Ahmet Arif’le girip Mehmet Akif ve Necip Fazıl’la devam ettiğim, Nazım Hikmet’ten sonra Özdemir Asaf’la bitirdiğim uzun şiirler… Mısralar alakasız ama hepsi birbirine kafiyeli. Bir ara ritimle konuşuyor ve eski bir şarkının sözlerini yeni bir şarkıya uyarlayarak tekerleme gibi okuyuveriyorum. Hoca mütemadiyen gülümsüyor, elindeki deftere ara sıra da olsa bir şeyler yazıyor. Yalnız ne birikim varmış arkadaş! Videoda görünen büyük saate bakarak hocanın atlata atlata derlediği yerleri hesap etmeye çalışıyorum. Yarım saatlik videoda bunlar varsa orada geçen saatler içinde daha neler neler saydım Allah bilir! Bazen çok sinirleniyorum, hoca hemen müdahale edip konuyu değiştiriyor. Bazen çok içerliyorum, sesim gitgide alçalıyor neler geliyorsa aklıma hoca o zamanlarda da ailemi, okul arkadaşlarımı falan soruyor, yine neşeleniyoruz. Birkaç yerde hoca söylediğimi aynen tekrarlıyor, bunları değerlendirmeliymişiz. Güzel laflar etmişim, hayret! Bir yerde yine sayıp sayıştırırken ben, bunları nerden duydun, diye soruyor; doğaçlıyorum diyorum. 42 derece ateşte bile ukalalık ediyorum, bu ne özgüven Yarabbim! Bir yerde de hoca bir olayı eşeliyor, bir şeyler yaşamış olmamı mı bekliyor, romantik bir ışık mı sezdi ne yaptıysa artık. Israrına cevap alamayınca kızıyor bana, ben de “Canımın içi, böyle şeyler yalnızca filmlerde olur.” demez miyim? Cüneyt Arkın repliği, hem de Abdurrahman Palay tonlamasıyla! Hoca kahkahayı patlatıyor, Mehmet’le ben de aynı sahnede gülmelere tutuluyoruz. Biliyordum işte, bilinçaltım asla bana ihanet etmez. Hep realist, tam realist, diyorum Mehmet’e. O kadar gülüyoruz ki videoyu dondurup sakinleştikten sonra tekrar açarak izlemeye devam edebiliyoruz ancak.
İlacın ilk iki dozunda kıpkırmızı bir suratla odada fır dönmem sıkıntı değil ama üçüncü dozdan itibaren videodaki hâlimden ben bile korkuyorum. Gözlerim kaymaya başlıyor, konuşurken de dilim dolanıyor hep. Hocanın gerildiğini görüyoruz, sık sık ateşimi ölçüyor. Dayan oğlum birazdan bitiriyoruz, diyor. Şimdi sorularla öncelikleri kıyaslama vakti. Manevi değerleri, aileyi, öğrenmede öncelikli olan şeyleri, sırayla soruyor hoca. Her birini zihnimde kaplayacakları yer gitgide azalacak şekilde çoktan aza doğru konuşarak konuları bitiriyoruz. İdeallerimden uzun uzun bahsediyorum ama eğitime gittiğim bir okuldaki müdür yardımcısının Ege şivesine dikkat edişim, en son aklıma gelen şey oluyor. Keşke bu tip detaylar hiç akılda kalmasa ama beyin hiçbir şeyi unutmuyor sadece ön sıralara ya da arkalara mı atsın onu bilemiyor, anladığım bu. Ve biz seansta öyle güzel bir hiyerarşi inşa etmişiz ki hocayla değil sakin yaşamak, aktif olarak istediğim her şeyi daha rahat yapabilecek kadar berrak bir zihne ve her zamankinden daha olumlu bir enerjiye sahibim artık. Önceliklerimi pek iyi kavramışım zira. Bundan sonra tam da istediğim gibi her işe yetişir olabilmek, dert sahibi olmak ve bununla gurur duymak, istediğim tüm kitapları okumak, öğrendiğim becerileri daha da geliştirmek ya da ne bileyim memlekete dair bir oluşumun -vakıftır, dernektir ama mutlaka siyaset haricinde bir şeydir- mayasında olmak bana zor gelmiyor. Ya da yapamayacağım endişesi taşımıyorum. İnsanların ne yaptığı, ne düşündüğü de umurumda olmayacak artık. Farklı olan ben değilim ya da farklılıktan ötürü yadırganması gereken.
Videonun sonunda beni kollarımdan tutup sarsarak konuşmaya başlıyor hoca, yürümeme izin vermeyince tüm vücudum titremeye başlıyor bu enerjiyi atmam gerek! Kendimi kurtarmak için hamle yapıyorum, hoca sesini yükseltiyor çünkü dinleyecek hâlde değilim artık. “Sen bir şey yaşayacaksan ya da yapacaksan olması gerektiği için olacak bu. Bunu anla ve hazmet! Birilerinin teşviki, teklifi ya da zorlamasıyla değil. Hoş o hâllerde yapsan bile yine vasatın üstünde şeyler yaşar ve yaparsın ama yapmamalısın! Şu andan itibaren bu güne kadar tüm olanların senin lehine olduğunu, iyi veya kötü, mutlaka yaşanmasında haklı bir sebep olduğunu bil! Beyninin sınırsız kapasiteye sahip olduğunu ve şu anki gibi bir karmaşaya düşmezsen şimdikinden çok daha dolu bir hayat yaşayabileceğini de bil! Bak ne güzel kodlamışsın; 94:7[2]. İşte bu, hayat felsefen olarak kalmalı! Birazdan seni ayılman için şoklayacağım. Şimdi “Asr” ile kapatıyoruz, bu hızla konuşurken sana okutmam doğru değil, bu yüzden ben okuyacağım” dedikten sonra kollarımı bırakıyor hoca. Bir kaç saniye durup sonra yine hızla yürümeye başlıyorum, bir uğultu şeklinde işitiyorum Akif Hoca’nın okuyuşunu. Bu arada yine şiddetle kasılmaya başlıyor vücudum sanırım havale öncesi son evredeyim. Akif Hoca’nın eline su dolu bir tas aldığını görüyorum ve video burada bitiyor.
Vay canına, diyor Mehmet. “Resmen hayatını film şeridi gibi yaşatmış adam sana. Peki sence nasıl oldun şimdi, hâlinden memnun musun?” diye soruyor. Evet, diyorum gülerek. Anlamak için beynimi yüksek ısıda âdeta kavurmamız gerekse de bunu hazmetmiş olmak, tüm çektiklerime değer sanıyorum. Yalnız bilinç altım dâhil tüm özelimi öğrenmiş oldun, hakkımda çok şey biliyorsun. Benim için tehlikeli olabilir bu durum. Sanırım seni öldürmem gerekecek! Mehmet bana göz ucuyla şöyle bir bakıyor ve “Haydi oradan! Sen mi beni öldüreceksin? Sıkıysa dene bakalım da iyi bir pataklayayım seni.” diye rest çekiyor. Şimdi liseli gençler gibi boğuşmanın alemi yok, diyorum. Gülüyoruz! Bu arada söylemiş miydim? Dudağım uçuklamış benim, o kadar ateşi görünce. Böyle sağdan soldan altlı üstü epey yaram var yani. Akif Hoca, cebime küçük bir kavanoz içinde merhem bırakmış. Sanırım onu kullanmam gerekecek. İşten de izin aldım. Tabii ki uçuğum var, insan içine çıkmayayım gibisinden bir şekil endişesiyle değil. Sadece zihnim berrakken biraz daha kendimle ilgilenebileyim istiyorum. Akif Hoca’yı ziyarete gidecektik hemen ama yeni bir çalışma için araştırma yapıyormuş. Kobay olmak isteyen yanıma buyursun, dedi. Bir insan ancak bu kadar açık sözlü olabilir! Ben yakın tarihte hayırla ve hararetle işimi tamamlamışken yeni bir badireye girmek istemedim açıkçası. Mehmet’e gelince; o asla bu tip işlere bulaşmaz. Adam sağlamcı zaten! Arkadaşımı seviyorum, hem de pek çok seviyorum. Dahası benim için hocasına referans oluşu da büyük incelik ama kendi elini taşın altına sokmayışı da gözümden kaçmadı. Olsun, canı tatlı da olsa iyi bir dosttur kendisi. Zaten birlikte yapacak çok işimiz var daha. “Zengin ve mutlu nesiller için birlikte çalışmaya devam ediyoruz”. Birisi bizim birimin mantığını sorgulayana ya da daha tutarlı sloganlar icat olana kadar elimizdeki en etkili cümle bu. Yaptığımız işin reklamını böyle yapıyoruz. Gerçi seçimler yaklaşıyor. Sevgili “Yüksek Bürokrasi” şimdi değil birim sayısında tasarrufa gitmek, var olanlara yeni eleman almak için uğraşıyor olsa gerek. Hatta yeni birimler türetip lüzumlu lüzumsuz bir yığın insanı anlamadıkları işleri yapmak üzere işe alacaklar tahminimizce. Bakalım bizim yanımıza kimler atanacak, haydi hayırlısı!
NOT: “Hezarfen”, Farsçada “âlim” anlamına gelmektedir.
[1] Bahsi geçen bilginin bilimsel gerçeklerle ilgisi yoktur.
[2] 94:7 İnşirah suresinin 7. ayeti. “Öyleyse bir işi bitirince diğerine koyul”. (Diyanet İşleri Başkanlığı, Kur’an-ı Kerim Meali)