Ahmet Arif’in ‘Anadolu’ şiirinden bir parça;
…
Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip…
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne – üstüne,
Tükür yüzüne cellâdın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının…
Dayan kitap ile
Dayan iş ile
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile.
Dayan rüsva etme beni.
…
Belki de Tarık Tufan’ın dediği gibi;
‘’Bu toprağa dair her şeyi unutsak bile bir Neşet Ertaş türküsü yetecek hatırlamamıza’’…Belki de haklı Bülent Akyürek; ‘’Sarhoşu bile “Allah!” diye nâra atan bir milletten ümit kesilmez’’ derken… Yukarıda Ahmet Arif her şeyi apaçık anlatmış işte, belki de göz ardı ettik, unuttuk onu da…
Peki, ama biz ne yapıyorduk onlar bunca şeye sahip çıkarken? Bazen sitem edesim geliyor: Ben niye göremiyorum onların hissettiği cevheri, ne oluyor yani? Bu kadar umutlu muyuz gerçekten? Bir insan (en basitinden bir örnek olsun bu da) istediği mesleğe yönelemiyorsa atanamamaktan korkarak. Yine nice sanatçı ruhlu yetenekli insan, mizacıyla alakasız bölümler okuyorsa gelecek kaygısıyla…Fen fakülteleri gibi bilim adamı yetiştirilecek değerli bölümlere de(diyelim ki puanı başka yere yetmediği için) gitmişse lüzumsuzun biri. Tersineyse düzen, bozuyorsa kurallar huzuru, ne giydiğim ne düşündüğümden daha önemliyse ve insanlar açlıktan kırılırken, boğazına hakim olamayanlar için ‘zayıflama’ sektörleri oluşmuşken!… Kendi işinde başarılı olamayanlar başkalarının sahalarını işgal edip, herkes diğerinin ekmeğini elinden almak hevesindeyken… Durup çevreme bakıyor, ama ben o ışığı göremiyorum!
Roma’nın bin yıllık mezar taşını okuyor, ama anlayamıyor; kendi dilimde yazılmış bir mezar taşını (belki de dedemin mezar taşıyken o taş) anlayabileceğim halde okuyamıyorum mesela… Daha dün toprağımızdan kovmak için canımızı dişimize takarak dövüştüğümüz düşmanı, şimdi kendi elimizle yurdumuza sokup can evimizde ağırlayışımızı… Onların değişmeyen zihniyetine rağmen, ısrarla sözüm ona iyi niyetlerine güvenip işimizi gücümüzü onlara emanet edişimizi… Ve tüm bunları yaparken de kendi aramızda ‘sen şusun, sen busun’ ( ve hatta ‘sen öcüsün!’), ‘sen oralısın, sen buralısın’, ‘senin gözünün üstünde kaşın, senin de marka olmayan kıyafetlerin var, olmaz; biz farklıyız! ‘ diye tutturan; aynı toprağın, aynı atanın, aynı tasanın çocuğu olduğumuz insanların bizi ötekileştirmeye uğraşırken asla aynı olamayacakları Batı’nın peşinde koşmaları neden?Ki Cemil Meriç de haklıydı muhakkak; “Gelişmekte olan ülke demiş Batı size, madalya gibi göğsünüzde taşıyorsunuz!” derken…
Peki, ne yapmalı şimdi? Neresinden tutup da düzeltmeli bu işleri, hangi ucuna uzansam yakıyor elimi, dokunamıyorum bile!‘’Bir silgi gibi tükendim ben. Başkalarının yaptıklarını silmeye çalıştım: mürekkeple yazmışlar oysa. Ben kurşunkalem silgisiydim. Azaldığımla kaldım.’’ diyor Oğuz Atay (Tutunamayanlar), yolun sonuna geldiğimde, geriye dönüp yaşadıklarıma bakınca benim de bu sözleri söyleme ihtimalim var, maalesef. Her şeye rağmen durup seyretmek ya da bir şeylerden ötürü sitem etmek yerine, yapılabilecek bir şeyler olmalı. Her birimizin kendi çapında, milyonda (ve hatta milyarda) bir ihtimalle de olsa, değiştirebileceği bir şeyler olmalı. Belki de hâlâ düzelme umudumuz var; sadece henüz nasıl olabileceğine dair bir fikir oluşturamadık, hepsi bu…
Biz, bir avuç genç insan (Kimine göre ‘Dünkü Çocuk’ ve yerine göre ‘Hâlâ Çocuk’ olan mini mini bir topluluk, kast ettiğim)olarak durup düşünüyor ve işin içinden çıkamıyoruz bazen. Yardıma, yol gösteren büyüklere ihtiyacımız var. O büyükler, ki her biri kendi havasında bu aralar, bizim kararlılığımıza pek güvenmiyorlar. Bizim ipimizle kuyuya inilmezmiş, öyle diyorlar. Tez canlıymışız, bilip bilmeden haddimizi aşan işlere kalkışır sonra da her şeyi elimize yüzümüze bulaştırırmışız, mümkündür. Tamam, pek çabuk dolup taşarız, bazı şeylerde haddimizi aşarız, yerine göre istemeden yanlış adımlar da atarız. Adı üstünde neticede, ‘deli ’kanlıyız. (Görüyorsunuz ki toyluğumuzun farkındayız.)Peki sorarız size, ey ehil insanlar; şimdi ‘dünkü çocuklar’ bile bir şeyler anlatmak sevdasındayken neden ısrarla başka şeylerle meşgulsünüz acaba? Açıklayabilir, anlatabilir misiniz bunu bana? Bekliyorum nicedir, uğraşıyorum da çok bir çıkar yol bulmaya; ama anlayamadım hâlâ… Ya da durun, ben vazgeçtim. İstemiyorum anlamak…Çünkü anlarsam büyüyecek çaresizliğim, daha çok üzüleceğim, biliyorum. Anlatacaklarınız bir şeyleri düzeltmek yerine önümdeki tabloyu hepten siyaha boyayacak muhtemelen. Umutlu olmaya niyetliyken hayaller sönecek, acılar katlanacak…
Meşa Selimoviç’ in dediği gibi; “ Ama iki yüreğim yok ki benim; birini sevmek birini de kin gütmek için kullanabileyim. Benim bir yüreğim var, o da acı içinde şimdi… Duam, cezam, yaşamım, ölümüm hep Allah’a; acımsa bana aittir!”(Derviş ve Ölüm)… Acım kendime, duam ise tüm olan bitenlerin hayrı için, Rabbime… Kendimce orta karar bir güzergah çizdim, gücüm dahilinde yapmayı planladığım tüm girişimlerin temeline de(herkesin kolaylıkla uygulayabileceği ve asla boş bir uğraş olmayacağına inandığım) ‘Dua’yı yerleştirdim. Yapma niyetinde olduğumuz her şeyin miladı olacak, hepsini manen tamamlayacak ve (eğer haklıysak) asla eli boş bırakılmayacağımıza inandığım bir yol ile hayır için ilk adımı atıyorum ben: Rabb’im, bizi ıslah et; tüm cehaletimizi, kibrimizi affet… Zararımıza çabalayan herkesin kurduğu tuzakları boşa çıkarmamıza yardım et, bize merhamet et… Ve ne kadar inat edersek edelim, bizi bize bırakma! (Âmin…)
[iconbox_top title=”Meryem Cemile Kabakçı” icon=”User_2.png”]mckabakci@lisan-iask.comTemmuz 2013[/iconbox_top]