Sevmekten korkmuştum. Korktuğum için 5 yılımı içime saklanarak geçirdim. Tüm kapılarımı kapattım. Kim geldiyse içimde kocaman bir boşluktan başka bir şey bulamadı ve korkarak kaçtı. Oysa o boşluk, sevilmeye aç birinin gürültüsüydü.
Açtım! Sevilmek duygusunun nasıl bir şey olduğunu bilmiyor, beni benden başka kimsenin sevemeyeceğine inanıyordum. Sonra bir gün, siyah saçlı siyah gözlü bir çocuk çıkageldi. Heybesinde o an için herhangi bir şey yoktu, zaten ben de hissizdim. Gayriihtiyari edilen sohbetler geçiştirmelikti sanki. Sonra görmezden gelmeye başladık birbirimizi. Zaman erirken yazdım ona, tüm sesli harfleri alınmış bir şekilde: “Slm”. Kaderim bu sesli harfleri alınmış üç harften sonra U dönüşü yapacak; beni az mutlu, az sevilen bir adam hâline getirecekti. O zamanlar dönüşü olmayan bir yola girdiğimin bilinçsizliğiyle duran ruhumun kapılarını fütursuzca açmış, kalemin surlarını kendi ellerimle yıkmıştım. Geceler birbirimizi tanımakla geçiyordu. Merak edilen soruları büyük bir heyecanla cevaplıyor, ardından keskin bir sessizlikle aynı sorunun cevabını bekliyordum. İnsan, özlemini çektiği anı yaşayınca organlarının yeniden yeşerdiğine, nefes almanın huzuruna, tekrar sevebilecek olmanın heyecanına tanık oluyordu. Bu ihtimal, beni anlamsız ama korku dolu bir geleceğin kollarına bırakmıştı.
Günler geceleri, geceler haftaları takip etti. Ve ben kendimi, bir aralık ayının soğuğunda, bilmediğim bir kentin ortasında, bir elimde çantam bir elimde ceketim, soğuktan kirpiklerime tutunmuş iki damla yaşla şehrin orta yerinde buldum. İçim yangın yeri, bedenim buz gibiydi. Karşıdan, geç kalmışlığın tedirginliğiyle, hızlı adımlarla bana doğru yaklaştığını gördüğümde, o an yüzümdeki tebessümden korktum ve gizlemeye çalıştım. Elimi uzatıp sarıldığımda özlemini en baştan hissedeceğim kokusu tüm vücuduma sinmişti. Burnumun hasret çekeceği kokuyu ona bahşetmiştim. Kendimi toparlamaya çalıştım. Yelkenleri bu kadar kolay, çabuk indirmiş olmama kızdım. Heyecanlı olduğumu belli ediyordum, yemek dahi yiyemeyerek. Bir tas çorbayı zorla bitirip alelacele yemek muhabbetini bitirmekti aklımdan geçen.
Sohbet, olabildiğince sıcaktı. Karşımda duran insan, gideceği yolu çok iyi bilen biriydi. Dümen onun elindeydi ve ben de onun çizdiği yoldan ilerledim o gece. Kafamın içindeki ses, sohbetin ortasında cümleleri bölüyor ne düşündüğümü bana söylüyordu. Cevabının ne olduğunu bilmediğim soruyu kendi kendime sordum. Peki ya şimdi?
Saat ilerledikçe kendimi o kente ve ona biraz daha alışmış hissedince onun da hislerini çözebiliyordum. Aklımdaki soru işaretleri birer birer yok oluyor, sevdiğim gibi sevileceğim hissine kapılıyordum. 1 gece 1 gün yaşanması gereken ne varsa yaşayıp dönüş yoluna girdim. Otobüste, duymak istediğim o cümleyi duyunca içimde siyahlaşmış binlerce kelebek uçup gitti; benden hoşlandığını yazmıştı, sesli harfleri çıkartılmamış bir şekilde. İçim panayır alanı… Kendi kendime telkinler versem de o anki mutluluğumu dizginlemeye hiç niyetim yoktu. Yanıma kâr kalacak bir duygu selini, yaşadığımı bilmemenin şuursuzluğuyla yaşadım. Uzaktan ilişki yürütmenin dezavantajları vardı, bunun bilincindeydim, bilincindeydik ama yola girerken de bunu biliyorduk. “Senden hoşlandım!” cümlesini kurarken de… Bu konuda elimden geleni yapacağımı defalarca dile getirmem hatta fedakârlık yapması gereken biri varsa onun da ben olacağımı söylemem, korkularını derinlere mi itti yoksa tamamen ortadan mı kaldırdı, o an için bir muammaydı. Haftaları tüketirken bir şeylerin eksik ve yanlış gittiğini anlıyordum ve buna kendimce bahaneler buluyordum. İş ve okul stresi deyip içimi rahatlatıyordum.
Bir gece, kendime istenmediğimi itiraf ettiğim bir gece, hayatında hangi sıfatla kalmam gerektiğini sordum korkuyla ve ekledim: “Bana git demekten korkma! Giderim ama bir tarafım yarım giderim!” cümlesini yarım söylemiştim. Duyduğum sözcük benim tekrar ona tutunmamı sağladı: “Sevgilim olarak kal. Gitme!”
Gitmedim, gitmeye cesaretim var mıydı onu bile bilmiyordum. Muhtemelen blöf yapıyordum. Kaybetme korkusunu ikinci kez hissetmiştim. Yeni yıl yaklaşırken kendi çapımda kurduğum hayaller, programlar, planlar beni mutlu ediyor; beraber olacağımız ilk yeni yıl olması nedeniyle özeniyordum. Yeni yıldan birkaç gün önce ondan habersiz o şehre gidip, şık bir otelde rezarvasyon yaptırıp sürprizleri hazırlayıp tekrar evime döndüm. Döndüm ve derin bir sessizlikle karşılaştım. Ürkütücü, içime çöreklenen bir sessizlik… Yeni yıla bir gün kala bana ne zaman geleceğim konusunda hiçbir şey sormaması avuçlarımın arasından kayıp gideceğinin ilk sinyalleriydi belki de… O, yeni yılını iş yemeğinde geçirmeyi tercih edince hayalini kurduğum her ne varsa o saniye yanıp bitti. Elimde kalan sürprizlerle gece 00:00’ı vurduğunda mutlu yıllar size, dedim kendime en ağır, en gaddar, en acı itirafı söylerken.
Sonrası kocaman bir hiç… Arabeske bağladığım bir hayat… Aşkta gurur olmaz lafına bağladığım tonlarca cümleyle kapısını çaldım. Çaldım, çaldım, çaldım… Sustu, sustu, sustu… O sustukça ben umut, dedim ben umut dedikçe o sustu. Belki susmak, onun lügatında git, demekti de seven biri bunu anlayamazdı. Seven birine susmayacaksın; sevmeyi, hoşlanmayı bildiğin gibi alnının tam orta yerine “Git!” demeyi bileceksin.
O evrede anlatsanız içinizdekileri, ne sözcük yeter ne lisan. Anlatıyorsunuz, ağlıyorsunuz, bağırıyorsunuz ama dinmiyor. Gelmiyor. Kafanızda onlarca soruyla kalıyorsunuz. Cevaplanmayı bekleyen onlarca soru… Ararsınız açmaz, yazarsınız okumaz. Dayanırsınız. En acısı da ne olur bilir misiniz? Bir gece sosyal medyadan öğrenirsiniz, gitmeniz gerektiğini. Kanınız iliğiniz çekilir. Hayalleriniz leş kokar. Ve bu hayatta, birinin yarasına yara bandı olduğunuz gerçeğini koyarsınız cebinize. Bu defa kaç yıl olduğunu bilemediğiniz, o içinize kapanma, korku ve aidiyetsizlik hissiyle yeniden kaleler örersiniz etrafınıza. Ağlaya, ağlaya…
Bir isme içim burkularak seslenecek olmak, tavlanın bundan sonra hayatımda hüznün sembolü olacağı, gezilecek yerlerin gezilemeyeceği, “Ben seni gizli sevdim” türküsünün söylenemeyeceği, evimdeki o gaz lambasını bir daha asla kullanamayacağım, kara gözlerine siyah saçlarına şiirler yazamayacağım, merak ettiğim meyveli şarabın tadını hiçbir zaman öğrenemeyeceğim, yolum düşse de o şehre bir daha asla giremeyeceğim bir hayat bahşettiler bana.
Oysa onun bilinmezliğinde gezinmek, mayın tarlasında ona dair çiçekler toplamak gibiydi. Çiçekleri topladım. Kokladım da… Ama fark etmedim, mayına bastım! Ölmedim fakat ağır yaralandım. Büyük, kocaman, devasa bir çentik açıldı yüreğimde. Kapanır ya da kapanmaz… Payıma bununla yaşamak düştü. İçimden düştü. İçimden “Düşme!” dedim ama düştü!