Kültür, toplumların temelini oluşturan yapı taşlarından birisi olarak kabul edilebilir. Toplumlar bulundukları çevrenin şartları ile gelenek ve göreneklerinden elde ettikleri unsurları harmanlayıp kendilerine has bir kültür oluştururlar. Oluşturulan bu kültürel yapı bir toplumu diğerlerinden ayıran en önemli özelliktir. Ne kadar farklı coğrafya, iklim, dil, din ve millet varsa o kadar farklı kültür vardır. Dolayısıyla tam da burada toplumların “öteki” olana göstereceği hoşgörü anlayışı bu kültür çeşitliliğinin sürmesinde temel teşkil eder.
Türk kültürünün kaynağı araştırılmaya başlandığında temellerinin Orta Asya’ya kadar dayandığı görülür. Hatta birçoğuna göre Türk kültürünün özünü bugün bile Orta Asya’da canlılığını koruyan değerler oluşturur. Bu düşüncenin oluşmasında, dilden başka, kültürün taşınmasında yer alan özellikle efsane, töre ve adet unsurlarının Orta Asya kökenli oluşu etkili olmuştur. Bununla birlikte kültürümüz; ilk olarak Orta Asya’da Hun, Göktürk, Uygur gibi devletlerle İslamiyet Öncesi gelişimini sağlamıştır. İkinci olarak İslamiyet sonrası özellikle de Karahanlı Devleti’nin katkısı ve Anadolu’ya yerleşmeden sonra Osmanlı sayesinde İslamiyet özelliklerini her alanda üzerinde taşıyan hale gelmiş, son olarak da Tanzimat döneminde batılılaşma etkisinde kalmıştır. Tabi Türk kültürünün bu süreçlerden geçip, bugünlere kadar kendini koruması aynı zamanda büyüyerek ilerlemesi, birçok devletin de bu kültürü isteyerek benimsemesi, tek noktaya işaret eder: Hoşgörü.
Hoşgörü, bir ferdin veya bir toplumun farklı olana tahammül gösterebilmesidir. Birlikte yaşama kültürünün gelişmesi için hoşgörü şarttır. Aslında hoşgörü kendi başına bir kültür olarak ele alınabilirdi ancak bizim burada incelemeye çalıştığımız konu kültürle iç içe olduğu zaman neler kazandırdığıdır. Türk toplumunda başlangıçtan günümüze hoşgörü zaten vardı ancak İslamiyet’in kabulünden sonra daha da gelişen hoşgörü bize yıkılan 15 devletten sonra dünyaya yön veren 16.imparatorluğu hediye etmiştir. Türk kültüründeki hoşgörü en belirgin örneği ile hâkim olduğu yerlerdeki toplumların kültürlerine karışmamalarında görülür. Türk Tarihinde hâkim kültür olarak belirli coğrafyalara kimlik damgamızı vurduğumuz dönemlerde, mahalli kültür ve medeniyetleri ve onların izlerini ortadan kaldırıcı bir gayret içine girmeyerek onları korumayı ve yaşatmayı hâkim kültür olmanın bir gereği saymıştır. Devlet adamlarımız toplumları asimile etmek yerine, bunu yapabilecek güçleri, olanakları olmasına rağmen, onların kültürünü koruma yoluna gitmişlerdir. Alpaslan’ın yenik Romen Diyojen’e karşı tutumu,Sultan Fatih’in İstanbul Patriğine karşı tutumu, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün İzmir’de Yunan bayrağına karşı tutumu devlet adamlarımızın hoşgörüyü ne kadar benimsediklerini ortaya koyar.
Hoşgörünün kültürümüze diğer bir katkısı ise “farklılıkları reddetmeden farklılıklar üzerinde birlik arama” prensibidir. Burada esas olan, farklılıkları ortadan güçle kaldırmak yerine anlamlı bir birliktelik meydana getirmektir. Bundan dolayı bizim toplumumuzda Batı’da olduğu gibi sınıf çatışmaları ortaya çıkmamış, iç savaş geleneği oluşmamıştır. Batı’da bir sınıfın tarih sahnesinde yükselişi diğer sınıfları zorunlu olarak aşağı doğru itmiş bunun sonucunda da mezhep ve sınıf çatışmaları yaşanmıştır. Bizde Batı’dan farklı olarak toplum yapısında birey ve toplum çıkarlarının birbirine paralelliği düşüncesi hâkim olmuştur. Şöyle ki bu prensibin bizim kültürümüzde yarattığı etki Ahilik anlayışındaki esnaf ahlakı ile açıklanabilir; siftah yapmayan komşu dükkâna kendi müşterisini gönderebilecek kadar özgecil bir davranış hâkimdir.
Hoşgörü, devletten başlayarak bireylere kadar inebilirse o zaman kültürün yayılmasında ve diğer toplumlarca benimsenmesinde temel görev üstlenir. Tarihte yolculuk yaparak kültürümüzde temel unsur olan hoşgörünün örneklerine bir göz atalım:
• Türklerin ilk yazılı eserleri olan Orhun Abidelerinde geçen Türk beylerine hitaben “millete zahmet çektirmeyin, incitmeyin” sözü anlayışlı ve hoşgörülü bakışı içeren ifadelerdendir.
• Türklerin İslamiyet’i kabulü sonrasındaki dönemde ilk Türk eserlerinden olan Kutadgu Bilig’de de hoşgörü anlayışının yansımalarını ve bu konuda ki tavsiyeleri görürüz:
“Kötülük edersen kötülüğün karşılığı pişmanlıktır. Elinden gelirse kötülüğün inadına iyili yap.”
“Kaba söze yumuşak cevap vermeli ve acı sözlere de tatlı sözle mukabele etmelidir.”
“Halka doğrult gönlünü, merhametli ol; daima iyilik yap sen iyilik bul.”
• Selçuklu hükümdarı II. Gıyasettin Keyhüsrev evlendiği Gürcü prensesin Konya Sarayına din adamları ve kutsal eşya ile gelmesini kabul etmiş, Müslüman oluncaya kadar kendisine sarayda ayrı bir ibadethane ayırmıştır.
• Anadolu’nun fethinden önce, Doğu Anadolu’da dağınık şekilde yaşayan Ermeniler, Bizanslı Rumlar tarafından Ortodoks mezhebine geçmeye zorlanmışlar, kabul etmeyenlerin toprakları ellerinden alınarak Orta Anadolu’ya tehcir edilmişlerdir. Anadolu’nun Türkleştirilmesi ve İslamlaştırılması ile Ermeniler ve diğer dinlere mensup unsurlar himaye altına alınarak şefkat ve adaletle yönetilmişlerdir. Türklerin Ermenilere karşı hoşgörüsüne bir örnek de Ermeni sorunun ortaya çıktığı dönemde Osmanlı yönetiminin üst kademelerinde Ermenilerin bulunmasıdır.
• Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey’e kayınpederi de olan âlim Edebali’nin söylediği şu sözler de Türklerdeki hoşgörü anlayışına güzel bir örnektir: “Ey Osmancık, beysin, bundan sonra öfke bize, uysallık sana; güceniklik bize gönül alma sana; suçlama bizde katlanma sende; bundan böyle yanılgı bize, hoş görme sana”
• İstanbul’un 1453 tarihinde Fatih Sultan Mehmet tarafından fethinden sonra Ermeni Kilisesine ve Rumlara haklar tanınmış, din ve vicdan hürriyetinin gerekleri yerine getirilmiştir. İstanbul kuşatması sırasında Rumların Katolik şapkası görmektense Türk sarığı görmeyi tercih etmelerinin temelinde de bize has hoşgörü anlayışı yatmaktadır.
• Osmanlı padişahı kendisini sadece Müslümanların değil; farklı mezheplerden Hristiyan ve Musevilerinde padişahı görür ve eşit muamele ederdi.
• 1492 yılında II. Beyazid döneminde İspanya ve Portekiz’den iltica edilen Yahudiler, II. Beyazid’in, “ülkemin kapıları Dünyanın neresinde olursa olsun zulüm görenlere açıktır” prensibine uygun olarak Osmanlı’ya sığınmışlardır.
• Kıbrıs Adası’nın 1571 tarihinde fethedilmesi ile Ortodoks Rumların, Katolik şövalyelerce el konulmuş malları, kiliseleri ve kutsal değerleri Türkler tarafından tekrar Rumlara verilmiştir.
• II. Abdülhamit döneminde İstanbul’da yaptırılan Darülaceze’de, Dünyaya hoşgörü dersi verilmiş; cami, kilise ve havra (sinagog) birlikte düşünülmüştür.
• Mustafa Kemal Atatürk’ün 1915’de Çanakkale’de savaşıp ölen düşman askerleri için 1934’de söylediği şu sözler: “Kanlarını akıtan, canlarını veren kahramanlar, Mehmetçiklerle yan yana huzur içinde yatınız. Rahat uyuyunuz. Anneler müsterih olun; onlar artık bizim de çocuklarımız sayılırlar.”
İşte görüldüğü üzere Türk kültürünün, her geçtiği coğrafyada ve tanıştığı medeniyette kültüründen izler bırakmasında, Orta Asya’dan Balkanlara, Afrika’dan Kırım’a kadar uzanan kültür havzasında en çok madene sahip olmasında; ama Batılı devletlerin bunu anlayamayışındaki güç: Hoşgörü. Bu gücün kaynağı mı? “Yaratılanı hoş gördük, yaratandan ötürü” diyen Yunus Emre veya “Gel, ne olursan ol, yine gel!” diyen Mevlana.
Kaynak:
Yrd.Doç.Dr Yüksel Göğebakan – İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi (201-223 sayfa)
Hüseyin Yeniçeri – “Kültür ve hoşgörü” adlı köşe yazısı 29 Aralık 2010
Yrd. Doç. Dr. Hüseyin ÖZCAN- TÜRK KÜLTÜRÜNDE HOŞGÖRÜ
Prof.Dr.Mustafa E. Erkal – Türk Kültüründe Hoşgörü kitabı (1-14 sayfa)