Kıymetli okuyucu; az sonra okuyacaklarınız yayımlanan son sayımızda baş kısmını sizlerle paylaştığımız, yüksek dozda hayal gücüyle oluşturulmuş bir ütopyanın anlatıldığı hikâyemizin ikinci kısmıdır. Burada yazılan her şey tamamen hayal ürünüdür ancak umulur ki günün birinde gerçeğe dönüşsünler. Hikâyenin mutlu sonla bitmesi ve okurken sıkılmamanız için yoğun çaba harcanmıştır. İlginiz için teşekkür eder, iyi okumalar dileriz.
Büromun kapısı çalındı ve masanın üzerindeki fincanımı saklamaya fırsat bulamadan dostum Ferdidun odaya daldı. Ne o birader, dedi sırıtarak fal bakmaya da mı başladın? İçtikten sonra tabağına ters olarak bıraktığım fincanı işaret ediyordu. Yok yahu, dedim; eleman almaya gecikiyor, tüm oda kahve kokuyor, kokmasın diye çeviriveriyorum. Hah, dedi; bence ayağını denk al zira başkası olsa benim gibi sorma zahmetine bile katlanmadan adını falcıya çıkarır haberin olsun! Bir önceki gelişimde de nakışın elindeydi zaten, bu gidişle hepten ev kızı yaftası yiyeceksin benden. Vay efendim nakış işlemeler, fincan kapatmalar falan… Kahkahalar arasında elemanım odaya girdi, olaylı fincanı alıp çaylarımızı bıraktı. Bizimki her zamanki gibi siparişini yanıma girmeden önce vermiş; cam kupa içinde çay, yanında limon. Çaylarımızı içerken mahkemede değerlendirilmesi teklifiyle not aldığı olayların dosyalarını çıkardı tek tek. Bak a dostum, yine çok acayip şeyler şeyler buldum. Hele bir tanesinin suçu sabit, gece baskına gidelim diyoruz. Yalnız seni uyarıyorum, olay biraz çetrefilli adamın sicili de epey bozuk. Sakın yine öfkeye tutulup burun murun kırayım deme! Hem sen ceza alıyor bir ay işten geri kalıyorsun hem de fiziki hasar yüzünden biz adamlara uygun gördüğümüz cezaları veremiyoruz. Tabii bu arada el becerin de gitgide artıyor orası ayrı (1 aylık men cezamla verilen nakış ödevini hatırlatıyor. Onu unutmak ne mümkün! Satışta da en yüksek fiyatı teklif edip kırlent kılıfını o aldı zaten.). Yine gevrek gevrek gülüyor. Böyle dostlar insanın derdini alır, ömrünü uzatır; velev ki espride doz aşımı olmasın!
Ferdidun’un bulunduğu her ortama neşe katan bir yapısı ve dehşet verici bir mizah algısı vardı. Daha doğumundan itibaren hayatın tüm muzipliği üzerine sinmiş ve her işinde farkını ortaya koyar olmuştu. Lise yıllarından beri sınıf arkadaşım ve de kadim dostumun sırf isim hikâyesi bile insanı gülmekten kırar geçirirdi. Ailenin ilk torunu olması hasebiyle büyük dedelerinden hangisinin ismini alacağına bir türlü karar verilememiş. Bir taraf Ferdi, bir taraf Feridun diye tutturunca ve hayırlamaya gelen her misafir isim muhabbetine dâhil olup seçenekler, içinden çıkılmaz bir hâl alınca kuraya karar vermişler. 13 isim arasından çekilen kâğıt iç içe geçmiş Ferdi-Feridun ikilisi olmuş. Kura yenilenince bile sonuç değişmemiş; hep aynı kâğıtlar birlikte çekiliyor. İyi bari demişler, bebek iki isimli olsun. Bu sefer de önce benim ismim kulağına okunsun Ferdi Feridun olsun, hayır Feridun Ferdi olsun vesaire derken iş çığırından çıkmış ve kulağa isim okuma görevi aile büyüklerinin tartışması arasında gümbürtüye gitmekten mahalle imamının ataklığı ile kurtulmuş. İmam efendi bizim biraderin kulağına isimleri hangi sırayla okuyacakmış bilinmez ama iki isim okuyacakken dili sürçüp de Ferdidun deyiverince gerilen sinirler bir anda boşalmış ve herkes kahkahalarla yeni ismi kutlamış. Ortam artık ne kadar gerilmişse diyor bizimki, yeni ismin tuhaflığı kimsenin dikkatini çekmemiş. Çiçeği burnunda baba hemen ertesi gün nüfus müdürlüğüne gidip kimlik çıkarttırmış, memur da düzeltmek yerine; bugüne kadar hep yazan memurun hatasından olurdu böyle işler, demiş sizinki kulağa okuyanın hatasından olmuş. İyi de bir gülmüş ama ismi aynen kayıtlara geçirmiş ve böylece varlığı resmiyet kazanmış bebeğin: Ferdidun Atak. Ferdidun’un isim hikâyesi bir yana hayatı da türlü tuhaflıklarla bezeliydi. Bulaştığı her işte kalıcı bir iz bırakmadan geçemezdi. Yaptığımız mahkeme düzeninde en orijinal cezaları icat eden, öfke kontrolü için el sanatı ile uğraşalım teklifini dikiş-nakışa çevirip hepimizi madara eden, dahası duruşmalara beyaz fes – kara gözlük ikilisiyle katılma fikrini üreten de hep O’dur.
Akşamki duruşma ne iş, diyorum iflah olmaz bir arabozucuya çatmışlar. Sürekli gerilim çıkaran, laf taşıyan sinir bozucu bir tip. Belediye otobüsünde şoförün işine karışıp zaten ayakta gidiyoruz daha da yolcu alıyorsun ile başlayıp camlar sıkışık klima açmıyorsun, çok hızlanıp ani fren yapıyorsun ile devam eden bir sürü şey saymış. En son şoför güzel bir fren yapmış derdi olan insin tabanvayla gitsin diyerek. Bu da tutunmaya harcayacağı enerjiyi çenesinde sarf ettiğinden savrulup demire toslamış, burnu kırılmış, sonrasında şikâyet, hakaret davası falan… Nasıl olmuş bilmiyorum ama, diyor Ferdidun. Adam haklı bulunmuş, şoför işten çıkarılmış, yetmemiş tazminata mahkûm edilmiş, o da yetmemiş bu sivri şahıs adamı cıvık 1-2 muhabire ihbar etmiş. Medyada abuk subuk bir yığın haber… Vay efendim maganda otobüs şoförleri şehirde terör estiriyor, toplu taşıma araçlarında can güvenliğimiz yok falan… Şoför hayata küsmüş, tası tarağı toplayıp memlekete dönecek ama gideceği küçük yer. Şimdiden laf almış yürümüş. Ailesi gelme orada kal daha iyi, demiş. Adamcağız hayattan bezmiş, ya canıma kıyarım ya da o sivri dilli müşteriyi bulur haddini bildiririm diyor. Biz elinden bir kaza çıkmasın diye uğraşırken o lüzumsuz gelip adamı bulmuş. Neymiş? Burnunun yeni şekline alışamamış estetik ameliyat yaptıracakmış tazminat parası suyunu çekmiş, TV’lere konuşurum tehdidiyle para istiyormuş. Bizimki dosyadan gazete kupürleri, adamların fotoğrafları ve ifade metinlerini içeren bir yığın delili masaya dizedursun ben anlattıklarına gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Şaka mı bu? Büyük hedefler belirleyip büyük hayallerle başladığımız müthiş bir organizasyonla kötülerin korkulu rüyası olduğumuz hak-hukuk-adalet-vicdan dörtlüsü üzerine ant içerek, bildiğin tüzükler yönetmelikler döktürüp var olan hukuk düzeninin çözemediği işleri biz çözecekken bunlarla uğraşıyor olmamız şaka mı?! Tamam, bu ve buna benzer işlerle birçok kez muhatap olduk. Tamam, vazifenin büyüğü küçüğü olmaz. Hatta buradaki lüzumsuz insanın çevresinde de sürekli problemli olarak bilindiği etrafındakilerin ‘‘İtle dalaşmaktansa çalıya dolaşırız, daha iyi!’’ diye el etek çektiği, dolayısıyla ona verilecek esaslı bir dersin herkesin hayrına olacağı aşikar, buna da tamam. Ama arsızlığın böylesine nasıl tahammül etmeli?! Ferdidun, akşam bir infaz timiyle baskına gitmeyi planladıklarını, duruşmada kimlerin olacağını, adam için mükemmel bir ceza seçtiğini, dahası mağdur edilen şoförün de göreve iadesi için halk otobüsleri işletmesinde üst düzey bir görevi olan ve yine bizim gruptan bir arkadaşın referans mektubunu hazır ettiğini anlatadursun ben yaptığımız işin doğru, gerekli ama eksik olduğuna dair bir anda zihnime üşüşen şüphelerden artık onu dinleyecek hâlde değildim. Ferdidun, dedim ben akşam gelmiyorum. Zira gelirsem yine elimden bir kaza çıkmasından korkuyorum bu bir, ayrıca uygulamada bir şeylerin işleyişinde bir yeri fena hâlde göz ardı ediyoruz ki bunu bulup müdahale etmek şart, ben bu vazifeyi üstleniyorum bu iki. Ve arkadaşlara iletin haftaya tüm ekip olağanüstü hâl ile toplanıyoruz bu da üç! Yavaş hemşerim, dedi Ferdidun. Hepsine toptan bir “Peki!”. Yalnız sendeki bu hâl pek hayra alamet değil? Hayrolur hayır, diye geçiştirdim; bir hafta kimse bana ilişmesin, toplantıya mazeret bildirmeksizin katılmayanlar da bir daha kabul edilmemek suretiyle gruptan çıkarılacak bunu da böylece bildir. Aylık yapılan olağan toplantılar “Mezun Buluşması” ani yapılan olağandışı toplantılar ise “Okur Toplantısı” olarak lanse edilirdi. Ferdidun’un afişte ne yazsın sorusuna ‘’Feridüddin Attar, Mantıku’t-tayr Okumaları’’ yazdırın, talimatı verdim. Tüm direktiflerin hengâmesinde kendisine dokundurduğum espriyi başta anlamadı ama toparlanması çabuk oldu. Kampüste bir gün Feridüddin Attar’ın Mantıku’t-tayr adlı eserini okuduğumu görünce isim kurasında yazılan isimlerden birinin de Ferid olduğunu söylemiş, Ferid-Ferdi-Feridun bileşkesinden “Feridüddin” ne iyi isim olurmuş bana, hem de bir âlim kimse ile adaş olmuş olurdum, Ferdidun nedir abi ilaç ismi gibi, diye serzenişte bulununca katıla katıla gülmüştük. Kırkına geldin hâlâ laf dokundurma derdindesin be birader, seni Allah’a havale ediyorum, dedi. Çayın yanında gelen limon dilimini kabuğundan sıyırıp bir çırpıda yuttu ve limonun ekşisinden büzüşmüş suratıyla akşamki şenliği kaçırdığıma çok pişman olacağımın altını çizip “Okur Toplantısı”nda buluşma temennisiyle geldiği gibi apar topar kalktı ve gitti.
Bir hafta çok çabuk geçti, hazırlıklarım tam istediğim gibi gitmese de ana hatlarıyla durumu gözler önüne seren bir konuşma hazırladım. Çay bahçesindeki toplantıda herkes meraklı gözlerle az sonra olacaklar hakkında fikir yürütmeye çalışırken ben sert adımlarla kürsüye çıkıp söze başladım. Konuşma metnim epey uzundu, şimdi buraya hepsini alıp da canınızı sıkmanın bir anlamı yok. Özet olarak grubun lağvedildiğini, bundan kelli bu tip “Yürek Soğutma” operasyonlarını sonlandırarak sorunların kökenine inilmesinin gerektiğini söyledim. Karşımıza çıkan arsız, nursuz, dolandırıcı tiplerin arkası gelmiyordu zira. Dahası bir kesimi fena hâlde zeki olmasına rağmen bunu sadece kendi menfaati için başkalarını heder etmekte kullanıyordu. Geneli şımarık ve bencil insanlardı. Çok fazla televizyon izliyor, orada gördükleriyle her konuda ahkâm kesiyor, fazla ve boş konuşup saf insanları kandırıyor, aklı biraz başında olanları da hayattan soğutuyorlardı. Çoğu üniversite mezunuydu ama kelimenin tam manasıyla “boş” insanlardı. Yüzden fazla vakanın kayıtlarını incelemiş, karaktersizliklerinin nereden kaynaklandığını anlamak için özgeçmişlerini tek tek taramıştım. Tüm araştırmalar tek bir noktada düğümlenmişti, bunlar “Yedisinde neyse yetmişinde de o!” denilen türden vakalardı. Daha çocukluklarından itibaren tehlike sinyalleri vermiş ve erken müdahale şansı kaybolunca kötü ahlakları kökleşmişti. İşte biz bu tip insanları vakitlice ıslah etmeye çalışacaktık.
Yeni düzenlemeye göre grup; yurdun dört bir yanına dağılacak, birbirleriyle tüm iletişimi kesecek ve toplantılar yılda bir defa bu çay bahçesinde gerçekleştirilip durum değerlendirmesi yapılacaktı. Telefon veya sosyal medya ile iletişim kesinlikle yasaktı. Merkezde kalacak bir ekibe düzenli olarak mektuplar yazılacak, acil durumlarda telgraf çekilecek ve haberdar edilmesi gereken kimseler varsa yine mektup yahut telgrafla merkezdekiler tarafından kendilerine haber gidecekti. Merkez ekibi ve benim dışımda kimse kimsenin yerini yurdunu bilmeyecek, öğrenmek için çaba sarf etmeyecekti. Duruma itiraz eden, ikamet adreslerini değiştirmemek için mazeret bildirenler veri toplamak için arka plana çekilecek ve yine sadece merkezle irtibat halinde olmak şartıyla yaşadıkları şehirden ayrılmayıp eski düzenlerine devam edeceklerdi. 81 il ve belli başlı ilçelerin yazdığı kura torbası getirildi. Bayanları alternatif eğitim yolları bulmak ve çareler üretmekle görevlendirip kura dışı bıraktık. Onlar için hiç bilmedikleri şehirlere gidip yeni bir düzen kurmak kolay olmazdı. Bir kısmı da merkez ekibe dâhil edildi. Kalan herkes yeni yerini seçti, memurlar tayin isteyecek, ben ve benim gibi serbest çalışanlar da işlerini başka şehirlere taşıyacaklardı. Şehre gidiş konusunda sorun olacaksa becayiş (yer değiştirme) kabul edilecek ancak bunu da merkez ekip takip edecekti. Gittiğimiz yerlerde ilk iş; okulları ablukaya almak, öğretmen çevrelerine dâhil olmak, liselilerle halı saha maçları ve benzeri organizasyonlar düzenleyerek tüm eğitim çevrelerine sızıp deyim yerindeyse “ağaçların yaşken eğitilmesine” katkıda bulunmaktı. İşleyişe dair fikir ve önerilerin tartışılması tüm gün sürdü. Akıntıya kürek çekiyoruz, dedi kimi; kimi de çok dağıldığımızı her şehre tek kişi olarak gitmek yerine birkaç kişilik gruplarla belli başlı yerlerden başlamamız gerektiğini söyledi. Ama çok iyi hazırlanmış, eylem planımı hiç boşluk bırakmadan yapmış ve her işi derli toplu sınıflandırmıştım. Yapılan eleştirilerin hemen hepsi boşa çıktı. Dediğim dedik oluşum suratların asılmasına neden olsa da girişilen işin çılgınlığı ve heyecanı herkesi sardı. Bir sene sonrasına randevulaşarak ayrıldık.
Ferdidun merkez ekipte kaldı, yerine ulaşan herkesin haberini telgrafla bana bildiriyordu. Arkadaşlardan ayrı kalmak başta çok zor oldu ama tamamen dışa dönük olmak, yeni ve kaliteli çevreler üretmek zorundaydık. Benim ilk görev yerim umduğumdan daha da doğu olmuştu. Sevindim, hem de çok. Zira güneş doğudan doğar arkadaşlar, evet ama sadece fiziki manada değil. Oradaki mayadan öyle güzel şeyler işleyecektim ki bir sene içerisinde, akıllar durur!
İlk olağan toplantıda herkes yeni yerinden yeni ekip arkadaşlarıyla döndü, küçük ama sağlam gruplar oluşturmuş herkes. Ahlaklı gençlerden, geleceğe dönük müthiş hayalleri olan gençlerden… Ve başta sınıf öğretmenleri olmak üzere eğitim camiasında hatırı sayılır iz bırakmış, çalışmalar hızla meyve vermeye başlamıştı. Yalnız eskiden mahkememizde uğraştığımız tiplerden, hem de eğitimci olup türlü karaktersizlik sergileyen tiplerden, gına gelmişti kimilerine. Ferdidun’un teklifiyle sadece bu tip “sorunlu eğitimcilere” hadlerini bildirmek üzere gezici bir tim oluşturuldu ve “Yürek Soğutan Mahkemeler” bir yıl aradan sonra daha kararlı ve etkin bir şekilde işe koyuldu.
İkinci olağan toplantımızda eğitim fakültelerine sızmıştık, kaliteli ve idealist öğrencileri teşvik ediyor atamalarını kolaylaştırmak için KPSS’ye hazırlanmalarına yardım ediyorduk. Karakteri zayıf ya da iflah olmaz hâlde olanlara müdahale ediyor. millî eğitim personeli olmaktansa başka iş kapıları aramaya yönlendiriyor, okulda kalıp akademisyen olmalarını umuyorduk mesela. Zira üniversitedeki tahribatları ilk veya orta öğretimdekinden çok daha az olurdu kanaatimizce. Zaten KPSS haricinde tarafımızdan geliştirilmiş bir karakter analiz testinin YÖK literatürüne girmesi an meselesiydi ve eğitim fakültelerini kazanan herkes bazı fakültelerin yetenek sınavları gibi bu teste tâbi tutulacak, testi veremeyen üniversiteye başlayamayacaktı. (Bu testin layığıyla uygulanabilmesi yedinci senemize tekabül etti ama olsun.)
Üçüncü toplantımızda siyasi çevrelerin dikkatini çektiğimizi fark ettik ve il meclisi üyeliği, parti temsilciliği ya da mahalle muhtarlığı gibi yerlere getirilmek istenen arkadaşlarımızı ihtar ettik. Siyaset şeytan işi neticede. Tarafsız ve dürüst olarak etrafa ışık saçmayı sürdüren haysiyetli insanlardık biz, siyaset bizi aşardı.
Ve şimdi, aradan geçen yıllara rağmen aksamadan ilerleyen müthiş bir mekanizmayı idare eden çok büyük bir ekibe sahibiz. Kurucu üyeler olarak kalabalık bir şekilde emekliye ayrıldık gruptan, Ferdidun’la arsa alıp müstakil evler inşa ettik kendimize. Bağ bahçe sahibi olduk. Ekip biçiyoruz, ailelerimizle mutlu mesut yaşayıp gidiyoruz. Ee gelmişiz altmış küsürlü yaşlara, gençlerin önünü açmak lazım. Yine de bizi, olan bitenden haberdar edip onur konuğu olarak olağan toplantılara çağırıyorlar. Hepsinde değilse de ara sıra gidip şöyle bir görünüyoruz bazılarında. Maksat yokluğumuza alışkın ilerlesin işler. Bu aşamaya gelmek ömrümüzün otuz senesine (belki de daha fazlasına) mâl oldu ama bu günleri de gördük ya “şükürler olsun”!…
büsra nur
gayet akıcı olmuş zevkle okudum,devamı olur mu bilmiyorum ama merakla diğer yazılarınızı bekliyorum…
zemin
hayal-olabilirlik ilişkisinin kuvvetli olduğu bir yazı… Neden olmasın dedirtti bana kalemine yüreğine sağlık…..