İnsanları hep yanlış tanımış olmaktan bıkmıştı. Sürekli arada kalmaktan, hak etmeyenlerin kazancına şahit olmaktan da… Başkalarının emeği veya hüznü üzerinden kendi hükmünü yürütüp mutlu olanlardan da bıkmıştı… Bir şey olmalı, herkesin gerçek yüzünün görülebileceği, herkese hak ettiği cezanın verilebileceği bir mecra. Daha fazlasını yapmalarına fırsat vermeyeceğimiz, gidişata müdahale edip hak edenlerin lehine çevirebileceğimiz bir sistem olmalı diye düşünüyordu nicedir. Haksızlığa uğrayınca kavrulan içimizin hararetini kesecek, yürekleri soğutup serinletecek bir düzen kurulmalıydı artık. Aslında kimsenin âhı kimsede kalmazdı, biliyordu. Bu işin bir de öteki tarafı vardı, mutlaka en büyük adalet orada sağlanacaktı ama dayanamıyordu işte. Belki de haddine değildi olup bitene müdahale etmek, ilahi adaleti bekleyemeyip kendi başına çözümler aramakta da aceleci davranıyordu belki. Biraz sabredebilse selamete ererdi ama bekleyemiyordu işte… Ona göre çanak çoktan taşmış, sabır taşı çatlamakla kalmayıp iyice ufalanarak adeta kum halini almıştı. Efkarı gitgide çoğalıyor sürekli hesaplar yapıyor ama hep aynı noktada takılıyordu.Kendince bir mekanizma geliştirmişti, evet. Suçları sınflandırmış, ceza kanununu metine aktarıp basılı kopyalarını almış, fikir birliği ettiği arkadaşlarına adlî statüler vermiş, cezaların infazını bile planlamıştı. Oluşturulmuş olan mekanizmada resmî hukuk kurallarından eser yoktu. Zaten var olan ceza kanunlarıyla mevcut problemlerde iyi kötü bir sonuca varılabiliyorken ve hukuk sistemimiz yeterince karışıkken bir de o işlere el atmaya hiç gerek görmeyip doğrudan tanımsız suçlara yönelmişlerdi. Mesela başkasına ait bir mal ve eşyayı izinsiz olarak kullanmak veya mülkiyete geçirmek olarak tanımlanan ‘Hırsızlık’ la ilgilenmeyip bir insanın iyi niyetini suistimal etmek suretiyle gerçekleşen ’ Güven Hırsızlığı’ na odaklanmışlardı. Bir işin yapımında hiçbir katkısı olmadığı halde sonuçtan pay çıkarıp her şeyi kendi çabasıymış gibi gösterenlerin yaptığına ‘Emek Hırsızlığı’ diyorlardı mesela… Bir kimsenin başka bir kimseyi bilerek öldürmesi olayı olan ‘Cinayet’ le ilgilenmiyorlardı da bir insanın hislerinin (mesela yaşama sevincinin) öldürülmesi olayına ‘Duygu Katli’ ismiyle cinayet statüsünde muamele edebiliyorlardı. Bunlara benzer daha bir çok suç sınıflandırması yapmışlardı.
‘Soyut Mahkeme’ diyorlardı oturumlarına suçlar somut olmadığından… Asla avukat bulundurmazlardı oturumlarda, zira okulda öğrendikleriyle yeni kurallar arasında sürekli bocaladıklarından kafa karışıklığı dışında bir katkıları olmuyordu gidişata. Suç onlar için daima somut bir şeydi, yıllar yılı işin madde boyutuyla haşır neşir olunca burada bahsedilen olayları suç olarak göremiyor hatta nasıl yapıyorlarsa yapıyor bir yolunu bulup sürekli sanıkları aklama çabasına girişiyorlardı. İlk bir keç denemeden sonra kendilerine soyut mahkeme fikrinin bir hayalden ibaret olduğu, mizahi olarak geliştirip TV programı formatında piyasaya sunmayı planladıklarını söyleyerek hepsini saf dışı bırakmışlardı. Avukatsız mahkemeler gerçekten de çok daha iyi yürüyordu.Minareyi çalan kılıfını hazırlar hesabı, suçluların her zaman için kendilerini temize çıkaracak uzun ve mantıklı(?) bir savunmaları olurdu. Hele bir de arsız olurlardı ki, sormayın! Masum, sanık, gözlem komisyonu, denetim komisyonu ve yargıç heyetinden oluşan bir mahkeme ortamında herkesin suçunu sabit gördüğü sanık, belki cezası hafifler umuduyla kendini bir müddet savunur fakat karşısındakileri yumuşatamazdı bir türlü. Zaten bir soyut mahkeme suç ve suçlu sabit olmadan kurulamazdı, mahkeme üyeleri olayın en başından yola çıkar tüm detayları inceler ve her şeyden emin olduktan sonra aniden sanığın tepesine çöreklenir tek oturumda layık olduğu türden bir cezayla haddini bildirip geldikleri gibi hızlı ve sessiz çıkar giderlerdi. Ortalama 7-8 kişilik bir ekiple yapılırdı duruşmalar. Aslında grupta çok daha kalabalıklardı ama dikkat çekmemek ve aynı anda birkaç davaya birden müdahil olabilmek için küçük gruplar halinde çalışırlardı. Bir soyut mahkeme iş üzerindeyse suçlunun işi zor demekti. Hiç umulmadık bir anda birden suçlunun karşısında bitiverirler, güneş gözlükleri ve beyaz fesleriyle hesap sormaya başlarlardı. Onları gören o kadar şaşırırdı ki, ne korkar ne de kaçar çoğu zaman bunu bir şaka sanıp olacakları izlemeye koyulurlardı. İddianame yüzlerine okununca işin farkına varırlardı ama iş işten geçmiş olurdu bir kere… Beyaz fesli, kara gözlüklü fena halde asık suratlı o kadar adamın arasından sıyrılıp çıkmak da pek mümkün olmazdı zaten, çaresiz suçlarını kabullenip çekerlerdi cezalarını. Mahkemede bayan üyeler bulunmazdı,bunun iki sebebi vardı: İlki bayanların detay konusunda çok titiz çalışarak zaten işin en önemli kısmına katkı sağlıyor olmalarıydı, ikinci sebep ise bayanların fazlasıyla duygusal hareket ederek ‘Yürek soğutma’ bahanesiyle biriken tüm öfkelerini sanığa yöneltip vur deyince öldürecek kıvamda cezalar verilmesi k onusunda ısrarcı olmalarıydı. Hele bir keresinde iddianamede okunanlara çok sinirlenen bir bayan üye hızını alamayıp sanığın üzerine saldırmış yüzümü tırnaklarıyla çizip kanatmıştı, İşte o duruşma, bayanların katıldığı son toplantı oldu. Artık sadece sanık bayansa gözlem komisyonuna müdahil olarak izleyebiliyorlardı duruşmaları.
Bir kişinin suçlu olduğunu anlayabilmek, şuç kokan olayları ayırt etmek işin en zahmetli kısmını oluştururdu. Çoğu zaman şahane bir işleyişe sahip oldukları halde tıkanıp kaldıkları yer hep de burası olmuştu… Aslında kurucu üye kendi başına geleni, eş dosttan işittiği veya bizzat tanık olduğu olayları derhal mahkemeye taşıyor ve çoğu zaman ikinci bir duruşma yapma lüzumu bile görmeden karara bağlanıyordu meseleler. Kendince mükemmel bir sistem kurmuştu evet, işleyişinden de gayet memnundu. Ah bir de her yere yetişebilsem , tüm dertlilere ulaşıp kökünü kazısam fenalıkların diyor ama güç yetiremiyordu düzene… İyi bir niyetle çıkıp güzel sonuçlar gördüğü bu yolda hırsa kapılarak yanlış şeyler yaptığı da oldu. Neyse ki hatasını fark edince telafi etme imkanı bulabildi ve sonrasında benzer sıkıntıları tekrar yaşamamak için grup derhal en aksi üyelerden müteşekkil bir de denetim komisyonu kurdu. Bu komisyon her işin üstesinden gelebileceğini sanarak haddini aştığı zamanlar olduğunda kendisine müdahale ediyor ve gerekirse sert yaptırımlar uygulamak suretiyle onu yeniden hizaya getiriliyordu. Mesela en son aynı evi 3 ayrı öğrenci grubuna kiralayarak 3 aylık kira ve depozitoları peşin olarak almış akabinde de evi öğrencilerden hiç birine vermeden başka birisine yine peşin olarak satmış ve sonuç olarak aynı ev üzerinde hak iddia eden 4 taraf arasında kopan kıyamete aldırış etmeksizin kayıplara karışmış bir adamın ifadesi sırasında pişkinliğine sinirlenerek yumruk atıp burnunu kırdığı için 1 ay süreyle tüm oturumlardan men cezası almıştı. Komisyon, gözlemci sıfatıyla olsa bile hiçbir mahkemeye katılamayacağını belirtmiş ayrıca öfkesini yatıştırabilmesi için bir de kırlent nakışı ödevi vermişti. Asabiyet durumlarında kendilerine hakim olabilmek ve sabretmeyi öğrenmek için tüm üyelerin bir el sanatıyla meşgûl olması şarttı. Aslında bu kuralı koyarken hemen hemen her birinin özel olarak ilgilendiği sanat dallarının (ebru, tesbih işçiliği, karakalem gibi…) varlığına güvenmişlerdi ancak içlerinden muzip bir grup bir punduna getirip el işini ‘bayanlara özgü’ olanlar ile sınırlandırmayı teklif edince işler çığırından çıkmış nasıl olduysa herkes örgü, dikiş ve nakışa yönelmiş hanımlardan alınan özel derslerle bayağı güzel işler çıkarabilir hale gelmişlerdi. Yeni tüzüğe göre serbest vakitlerinde diledikleri sanatsal faaliyetle meşgul olabilecekler ancak yönetim kurulu tarafından uygulanan yaptırımlarda verilen tür ve modelde bir el işi yapmak zorunda olacaklardı.
Elinde nakışını bitirdiği kırlent kılıfının poşeti olduğu halde olağan kurul toplantısının yapılacağı çay bahçesine doğru giderken, burnunu kırdığı pişkin dolandırıcının ne ceza aldığını hâlâ bilmediğini fark etti. Olayın üzerinden tam bir ay geçmişti, bir aydır duruşmalara katılamıyordu. Geçen süre zarfında nakışını bitirmiş, ilerideki duruşmalara delil teşkil edebilecek olaylar üzerinde düşünmüştü epey, şimdi ise bir aylık eylem planını konuşacaklardı işte. Zaman ne kadar da çabuk geçiyor diye düşündü bahçe kapısından geçerken, daha dün gibiydi bir çıkış yolu bulabilmek için çay üstüne çay içerdi köşedeki masada her defasında yanında başka arkadaşları olurdu fikirlerini anlatıp ‘Olur’ almaya baktığı. Şimdiyse onsuz da yürüyebilen hatta yeri geldiğinde ceza olarak onu bir kenara atabilen bir sistemdi içinde oldukları düzen. Eskiden köşede iki küçük masa birleştirip ikisini ancak doldururlardı, şimdiyse sahibiyle aynı oluşum içinde yer aldıkları çay bahçesini kapatıp afişinde her ay başka bir okul adının yazdığı ‘Mezun Buluşması’ adı altında yapıyorlardı toplantılarını. Bahçeye girdi, ‘Gel bakalım birader, Bitti mi, öyleyse göster nakışını’’ diye kahkahalarla bölünen sesler arsında nakışını alıp kürsüye çıktı az sonra bu nakış açık arttırmayla aralarında en yüksek fiyatı veren kişiye satılacak ve elde edilen para grup bütçesine aktarılacaktı…
>>Devam Edecek…
Celile Acar